Hiç bir tecrübe ve alt yapısı olmadığı halde dilini, dinini, kültürünü bilmedikleri bir ülkeye gönderilen ve adeta kaderine terk edilen bu birinci nesil, bugün yirmi bine yakın girişimci, onbinlerce yüksek eğitimli genç, sayıları her gün artan serbest meslek erbabı, her düzeyde siyasetçi, sanatçı ve aydının yetişmesini sağlamıştır.
VEFA GÖSTER, KIYMET BİL: TEŞEKKÜRLER BİRİNCİ NESİL
Çoğu zaman bir konu hakkında yargıda bulunurken, o konuyla alakalı en önemli faktörleri bilerek veya bilmeyerek göz ardı edip, şu an geçerli olan normları esas alırız. Bu da ister istemez hem yanlış hem de haksız yargıların ortaya çıkmasına sebep olur. Halbuki her olguda zaman ve mekanın rolü çok büyüktür. Onları görmezden gelerek yapılan her değerlendirme eksik olacaktır. Bu durumu Avrupa’daki birinci nesil Türk göçmenlerle alakalı değerlendirmelerde çok sık görmekteyiz.
Ömründe belki doğru dürüst büyük şehir görmemiş, kırsal kesimde kendi ekip biçtiğiyle kıt kanaat geçinmiş, belki de geçinememiş insanlar söz konusu olan. Belki içlerinde çok yetenekli olanlar vardı, ancak bu yetenekler, geliştirebilecekleri bir ortam olmadığı için körelmeye mahkum olmuşlardı. Eğitim ise başlı başına bir eksiklikti. İlkokulu bitirmiş olanlar şanslı olanlardı. Hatta bazıları hiç okula gitmemiş otodidaktlardı. Cevher vardı, ama onu ortaya çıkaracak şartlar maalesef yoktu.
İşte bu insanlar gerek yaşadıkları ülkelerdeki, gerekse Türk siyasi, sosyal ve akademik merciler tarafından günün normları esas alınarak değerlendirildiler ve değerlendirilmektedirler. Onlardan beklentiler, çoğu zaman aynı ekonomik ve eğitim düzeyinde olan yerli toplumun bireylerinden beklenenlerle aynı oldu. Halbuki onların ekonomik ve eğitim seviyesi yukarıda da belirttiğim gibi, içinde bulundukları şartlardan büyük ölçüde etkilenmiştir. Avrupa’ya gelmezden evvel maddi sıkıntılar, Avrupa’ya geldikten sonra da içinde yaşanılan ortam onların ne eğitime ne de kültüre meyletmesine izin vermiştir.
Tek gayeleri çoluğuna çocuğuna ekonomik olarak daha iyi bir hayat sağlayabilmekti. Bunun için de ne yapıp edip çalışılmalıydı. Nitekim öyle de oldu. 40-50 yıl önce gelen birinci nesil tabiri caizse gün ışığı görmeden yıllarca en ağır işlerde çalıştılar. Ne eğitime, ne dile ne de kültüre ayıracak zamanları vardı.
Bir taraftan ağır işlerin altında ezilen bu insanlar bir taraftan da bazı ihtiyaçlarının olduğunu fark ettiler. Beslenme ve barınma gibi maddi ihtiyaçların giderilmesinin yeterli olmadığını gördüler. Hayatın bir de manevi boyutu vardı ve zamanla bu boyutun eksikliği hissedilmeye başladı.
Anadolu’dan Avrupa’ya gelen muhafazakar Türk insanı için manevi hayatın vazgeçilmezlerinden olan ibadet yerlerine olan ihtiyaç artık giderilmeliydi. İlk etapta özellikle cuma ve bayram namazlarını cemaatle kılabilmekti dertleri ve bunun için geçici ibadet yerleri ayarladılar. Daha sonra da atıl kalmış binaları satın alarak onları ibadethaneye çevirdiler. Bugün var olan bir çok camii o zamanlardan kalmadır. Hollandaca bir kaç kelimeyi bir araya getirebilen Türkler, özellikle bilen demiyorum, bu konuda öncü rolu oynadılar. Tabii ki onların bu girişimleri, şimdilerde olduğu gibi bir takım ırkçı ve islamofobik gruplar tarafından engellenmiyordu, hatta yardımcı olanlar bile vardı.
70’li yıllar böyle çok acil ihtiyaçlara bulunan çözümlerle geçip giderken yeni bir durum ortaya çıktı. Bu durum, artık bir müddet para kazanıp geri dönme hülyasının geçerliliğini yitirdiğinin fark edilmesiydi. Artık eş, çoluk çocuk hasretine de bir son verilmeliydi. Aileler birer birer birleşmeye başladılar. Okullarda Türk çocukları görülmeye başladı.
Yaşadıkları ülkeyle ilgili hiç bir bilgiye sahip olmayan bu insanların çocukları yerli toplumun içine salıverilmişlerdi. Tam da “saldım çayıra, Mevlam kayıra” deyiminde olduğu gibi, çocuklar bir nevi kaderlerine terk edildiler. Bu yeni durumdan şaşkına uğrayan ülke yetkilileri alel acele bir şeyler yapmaya çalıştılar, ama hiç kimsenin aklına bu çocukların buralarda kalabileceği gelmediği için köklü çözümler üretemediler. Türk yetkililer ise “aman çocuklarınıza Atatürkçülüğü öğretmeyi ihmal etmeyin!”demekten öte bir şey yapmadılar. İş yine birinci nesil’e düşmüştü!
Artık sosyalleşmenin de vaktinin geldiği ve kendi dertlerine ancak kendilerinin çözüm üretebileceğini fark etmeleriyle teşkilatlanmaya başladılar. Teşkilatlanma konusunda da bildikleri model olan Türk modelini uyguladılar. Bu da Türkiye’dekilere paralel, hatta aynı hiyerarşik yapının içinde, siyasi, dini ve kültürel teşkilatları doğurdu. Bugün mevcut olan bir çok teşkilatın temeli de bu birinci nesil tarafından atıldı.
İşte, hiç bir tecrübe ve alt yapısı olmadığı halde dilini, dinini, kültürünü bilmedikleri bir ülkeye gönderilen ve adeta kaderine terk edilen bu birinci nesil, bugün yirmi bine yakın girişimci, onbinlerce yüksek eğitimli genç, sayıları her gün artan serbest meslek erbabı, her düzeyde siyasetçi, sanatçı ve aydının yetişmesini sağlamıştır.
Yiğidi öldürelim ama hakkını yemeyelim. Hele hele hiç bir taşın altına eline koymayanlar hepten sussun! Allah birinci nesilden razı olsun ve ebediyete intikal edenlere rahmet, hayatta olanlara da sağlık ve uzun ömürler nasip etsin.
Kurban Bayramınız mübarek olsun.