Dünya ölçeğinde Müslümanlar üzerinde oynanan büyük bir oyun olduğuna ve insanların da buna alet edilebildiğini görüyoruz. Fransa’da yaşanan olaydan dolayı Müslümanların kendilerini sorumlu tutması isteniyor ve olayı kınamaları isteniyor. Biz, teröristin müslüman olduğuna inanmıyoruz ki, olaydan kendimizi sorumlu hissedelim. Batı merkezli olan ayrıştıran ve ötekileştiren unsurlar da bunların yan etkileri. Oynanan büyük bir oyun var mı, varsa, Müslümanların bu oyuna alet olması nasıl engellenir?
Bence Müslümanlar büyük bir oyunu hak etmiyorlar. Büyük oyun, rakibin güçlü ise oynanır. Senin etkinliğini, gücünü azaltan birini alt etmek için, gizlice bir araya gelinir, kafa kafaya verilir, muhatabının kırılgan noktaları tespit edilir ve büyük oyunlar sahneye konulur. Müslümanların bu anlamda, etkin ve alternatif bir konumları yok bence. Batı’nın o aydınlanma süreci ile başlayan medeniyeti karşısında şansı olan, ufak tefek değişiklikler yaparak, stratejik taktikler geliştirerek Müslümanların alternatif bir konuma gelmeleri şimdilik yok.
Nasıl varıyorsunuz bu yargıya?
Müslümanların düşüncelerine, siyasetine, tavırlarına, birlikteliklerine, aralarındaki ilişkilere, sorunlara ve sorumsuzluklara baktığınız zaman görürsünüz. Risk olacak, alternatife dönüşecek, mevcut düzenle rekabet edecek hiçbir şeyleri yok. Müslümanlar bundan hareketle, paranoya oluyorlar. İslam’ın merkeze alarak inşa ettiği tarihsel medeniyete bakan Müslümanlar, sahip oldukları dinî kimlik vesilesiyle böyle bir şeyi arzuluyorlar. Ve ‘atalarımız başardıysa, bunu biz de başarabiliriz’ diyerek bir algı oluşturuyoruz. Potansiyel olarak varız, ama gerçekliğimiz bunu hiç çağrıştırmıyor. Potansiyel ile gerçeklik arasındaki mesafeye bakınca da paranoya ve şizofreni oluveriyoruz.
Müslümanlar Batı’ya gelmemiş olsaydı daha mı iyi olacaktı?
Aslında Müslümanların Batı’ya bu şekilde gelmemeleri gerekiyordu. O nedenle ulemamız sürekli tartışıyor. “DarulHarp’te bir Müslüman bulunabilir mi, orada bulunmasının şartları nedir” soruları ekseninde azınlık fıkhı üzerinde tartışmalar yapılıyor.“Müslümanlar, anavatanlarının dışında uzun bir süre DarulHarp’te kaldılar ve kalmaya devam ediyorlar, bunun fıkıh çerçevesinde bir anlamı olmalıdır”diye kafa yoruluyor. Burada aynı zamanda, cari, yaygın İslam hukukundaki ictihatlar da tartışılmaya açılmış oluyor. O ictihatlar, Müslümanın gavur ellerinde kalmasına elverişli hâle getirmeye dönük. Bir de, buna karşı çıkan ulema var.Onlar da, “Hayır, bizim geleneksel ictihadımız hâlen geçerlidir, dolaysıyla bir Müslümanın kalıcı olarak oralarda bulunması mümkün değildir, dönmesi gerekir. Orada kalmak için azınlık fıkhı gibi bir şeyler yapılıyorsa bu da dini bozmaktır, sahih bir ictihadı fesih etmeye çalışmaktır” diyerek onu yadsıyor. Ve bu, yoğun bir şekilde tartışılıyor.
Ne anlamalıyız bu sözlerinizden?
Aslında biz buralara kalıcı olarak gelmemeliydik. Ama biz, geleneğimizi, bizi yönlendiren kaynakları, fetvaları, ictihatları dinlemedik. Onlara rağmen biz buralara geldik, üstelik de buralarda kalmaya karar verdik. Bunu yapmamalıydık. Karar vermemiz, burada kalıcı olmamız; kendimizi bağladığımız, gurur duyduğumuz medeniyetimizi çürütmek, içini boşaltmak anlamına da geliyor. Bu da insanı şizofreni yapıyor.
Sürekli şunu düşünüyorsun: “Aslında bu olmamalı ama ne yapayım, başka seçeneğim yok. İslam bana şunu emrediyor, ben başka şey yapıyorum” diyerek farklı bir deneyim oluşuyor. Bir tarafta Allah, “Ey kulum şöyle olmalısın ki, senden razı olayım” diyor, diğer yanda ise yaşadığın gerçeklik seni yönlendirmeye çalışıyor…“Eğer bana uymazsan sana dünyayı zindan ederim. İşsiz bırakırım, ötekileştiririm, hakir görürüm, onursuz hâle getiririm, fakirleştiririm” diyor. Müslüman gündelik hayatında sürekli bu dilemmayı yaşıyor. Bu seçenek size ya onursuz bir yaşam vererek iyi bir Müslüman yapıyor, ya da iyi yaşayan onursuz bir Müslüman oluyorsunuz. Buradan da “Ötekileşmiş Müslüman” olur ancak.
Siz sürecin adını başka mı koyuyorsunuz?
Yaşadığımız süreci tanımlamaya, anlamaya çalışırsak sahnelenenlerin de ne olduğunu anlamaya çalışırız. Hâkim kültür bizimle çatışmaya başladı. Aslında bu çatışma sebebi, bizim alternatif ve güçlü olduğumuzdan değil; “ayak bağı” ve “yük” olduğumuzdandır.Yani biz, hâkim kültüre artık parazit olmaya başladık. Bu yüzden de hâkim kültür bizden “gıcık”kapmaya başladı. “Aramızda yaşayacaksan ‘normal davran’ garip tutumlar sergileme” diyor. Maalesef böyle bir aşamaya geldik. Hâl böyleyken, bizi yük olarak, parazit olarak gören hâkim kültürün bu sorunu da çözmek gibi bir sorumluluğu doğmuş oluyor. Ajite eden, parazit ve yük olan sorunları çözmek için bir yöntem var. Hâkim kültür, rahatsızlık duyduğu unsuru ilk önce ‘ötekileştirerek’ hâlletmeye çalışıyor. Etkisini azaltıyor, izole ediyor, bir köşeye koyuyor. ‘Odak’ hâline getirerek ‘sorun orada’ diyor.
Ondan önceki aşamada, sen toplumun içindesin ve toplum senden rahatsız oluyor. Sürekli senden duyduğu rahatsızlığı dile getirmek yerine, seni kenara çekiyor. Biz şimdi Batı’daki Müslümanlar olarak, bazılarının ‘ötekileştirme’ dediği, kenara çekilme sürecini yaşıyoruz..
Bu bir çözüm mü sizce, daha büyük sorunlara zemin hazırlamıyor mu?
Evet. Aslında tam olarak sorun, bu yöntemle çözülmüş olmuyor. Çözüm şu şekilde oluyor: Hâkim kültürün ötekileştirdiği, kenara aldığı, köşeye koyduğu, odak yaptığı ötekinin taşıdığı değer, kültür ve davranış biçimlerini nakletmek, nesilden nesle aktarmak mümkün olmuyor. Öteki olarak kenara çekilen sen, değerlerini, kültürünü, davranış biçimini, kimliğini kendi nesline aktaramıyorsun. Çünkü hâkim kültür, seni kınıyor, hakir görüyor, yaptıklarını küçümsüyor, gülünç buluyor. Senden türeyen nesil, senin bu ötekileştirme sürecini de, toplumsal konumunu da görüyor. İşte o zaman senden türeyen nesil bir karar vermek durumunda kalıyor ve “ya atam gibi kenara çekilip, gülünç olacağım, hakir görüleceğim ya da aklımı kullanarak oradan uzak duracağım”diyor.
Tarihsel süreçlere baktığımızda yeni nesil, ötekileştirilen, yalnızlaştırılan kesime yani atasına olabildiğince yabancılaşıyor. “Ben bu garip davranışları sergilemeye mecbur muyum” diyor ve oradan uzaklaşıyor. Yeni nesil, atasının taşıdığı kültürden, dilinden, değerlerden, giysilerinden utanıyor, mahcup oluyor. Bu da yabancılaşmanın alametidir. Hâkim kültür, İslami kimliği ötekileştirerek, onun yeni kuşağa aktarılmasını imkânsız kılıyor. Atasına yabancılaşan yeni nesil, onun taşıdığı kimliği de taşımamaya, atasını anlamamaya başlıyor.
Senin çocuğun bu durumu anlamaya çalışıyor, ama sen onu da anlatmakta zorlanıyorsun. Sana gelen sorulara sen, “Oğlum-kızım, bu toplum bizden değil, o yüzden beni sevmiyor” diye cevap veriyorsun. Ancak bu gerekçe, senin neslin için anlaşılır bir argüman değil. Dolayısıyla çocuğun seni içselleştiremiyor ve seni anlayamıyor. Anlayamayınca da o kimliği ve kültürü taşımaktan vazgeçiyor, ciddi şekilde hâkim topluma meylediyor ve “babam gibi olmayacağım”diyor. “Atam gibi olmayacağım” sözü aynı zamanda, senin, toplumsal alandaki zayıf, kırılgan, onursuz konumuna da gönderimde bulunuyor. Yeni nesil, “eğer babamın yaptıklarını yaparsam, onursuz olurum” diye düşünüyor. Bunlar hep aleni olarak yürütülüyor.
Bence Avrupa’daki ‘büyük oyun’ bu. Bu oyun, Müslümanların şu an taşıdıkları dinî kimliği, dinî pratiği bir süre sonra sürdürülemez hâle getiriyor. Yaşadığın sahih İslam’ı sürdüremez duruma geliyorsun.
Yeni nesil ne yapmalı bu durumda?
Onlar tercih yapacaklar. Ya ‘gavur’ olacaklar, ya da ‘başka Müslüman’ olacaklar. Mevcut dinî pratikten hareket edecek olursak, ikisinin de ‘gavur’ olduğunu söyleyebiliriz.
Dolaysıyla Batı’nın, Müslümanlarıötekileştirme mekanizması ve dinamiğinin perspektifi budur; her halükârda sizi kimliksiz bırakmak. Bütün yerleşik toplumlar bu şekilde çalışıyor. Kendisi için sorunlu bulduğu kimliği, ötekileştirmek süreci ve suretiyle öğütüyor ve eritiyor.
Madem böyle bir öğütme çarkı işliyor, peki neden Fransa’daki olay yaşanıyor?
İşte bu süreç de, Fransa’daki münferit durum ve gündelik olarak ortaya çıkan bu tür olaylar hep bu bağlama oturuyor. Hâkim kültür seni ötekileştirecek, kırılgan yapacak, onursuz kılacak ki, yapılan o olayın sorumlusu olarak seni hesaba çekebilsin ve öyle de yapıyor: “Sen ne düşünüyorsun bu konuda” diye düşünceni yüksek sesle duymak istiyor.
Müslümanın vereceği cevap ne olursa olsun, onun ötekileşmesini engelleyemiyor. Hâkim kültürün duymak istediğini söylese de, kendi düşüncesinin ürünü olan cevabı verse de ötekileşiyor.
Fransa’daki olayın sebebi belki çok bambaşkadır ama, toplumdaki bu gerilim, kutuplaşma ve ötekileştirme süreci, o olayı alıyor getiriyor ve bu gerilime oturtuyor.
Bir günah keçisi olayı mı söz konusu?
Müslüman ne söylese, ne yapsa hemen bu gerilime oturtuluyor. “Ben Charlie değilim” demesi bile sorun oluyor, gerilim sebebi sayılıyor. Oysa senin, “Ben Charlie’yim” deme hakkın kadar benim de “Ben Charlie değilim” deme hakkımın olduğunu bilmen gerek. Bu gerilim o kadar belirgin ki, hem bizleri hem de yerleşik kesimi inşa ediyor. Algını, değer yargılarını, dilini etkileyecek kadar derin bir gerilim bu. Bu gerilim, hâkim toplumda sürekli de derinleşiyor, keskinleşiyor, politik bir söyleme dönüşüyor, güvenlik bağlamına oturuyor, biz de ise yabancılaşmaya, radikalleşemeye, geri ve kenara çekilmeye doğru evriliyor. Onlar bizi o köşeye iterek götürürken, bizler de onlara tepki olarak bilinçli bir şekilde kenara çekiliyoruz.
Kendi kültürümüzü çocuklarımıza aktarmada imkânsızlıklarla karşılaşıyoruz, onurumuz gidiyor, fukaralaşıyoruz. Yani hem kısa hem orta hem de uzun vadede bu sürecin mağduru biziz. Gavur oluruz, münafık oluruz, her halükârda fatura bize çıkar yani… Bizim bu acınası hâlimizden memnun olan sadist insanlar bile çıkabilir.
Hesapları, üçüncü nesilden sonra bunun bitmesi yönünde. Üçüncü neslin, ‘ataları gibi onursuz bir yaşamı seçmeyeceklerini’ varsayıyorlar. Onlar öyle diyor, öyle yapıyorlar da ya biz ne yapacağız? Şizofreniye, ötekileştirmeye, onursuz yaşama evet mi diyeceğiz, biz mahveden bu çarkın dişlilerinden nasıl kurtulacağız? Asıl sorun bu bence…
Fransa’daki olay Hollanda’da nasıl yankı buldu? Üst düzey görüşmeler yapıldı, nasıl bir izlenim edindiniz?
Bizim görüşme talebimiz olaydan önce, İsveç ve Almanya’da vuku bulan cami kundaklamalarının hemen ardından yapılmıştı. Saldırı sonrası bizim girişimlerimiz önemini biraz yitirdi. Zira saldırının bizim tarafımızdan geldiği düşüncesi yaygındı hâkim toplumda. Ama biz, üst düzey görüşmelerimizi ısrarla sürdürdük. Bu görüşmeler aslında korkuyu, çaresizliği de en alt seviyeye çekiyor. Zira o görüşmelerde biz, onların tedirginliklerini kaldırmaya yönelik bir sükûnet kapısı aralıyoruz.
İnsanlığın güvenliği söz konusu olunca ortak bir görüş birliğinde buluşmanız gerekiyor; bizler de öyle yaptık. İlişkilerimizi eski hâle getirmek, korku ve tehlike algısını yok etmek için, hem bakanlarla, hem bürokrasiyle hem de basınla yoğun görüşmelerdebulunduk.‘Müslümanlar her an bize saldırabilir’ algısını gidermeye çalışıyoruz ki, ilişkilerimiz eski hâline dönsün, olağanlaşsın. Bu tür olaylar, hâkim kültürde bu algının oluşmasına sebep oluyor. Görüşmelerimizin temel maksadı bu algıyı gidermekti.
Neler dikkatinizi çekti bu görüşmelerde?
Yerleşik kesimin, karar vericilerin, hâkim toplumun, politika üretici ve yapıcıların aslında, bizimle alakalı ciddiye alınacak hiçbir donanımlarının olmadığı dikkatimi çekti. Bizi bilmiyor, tanımıyorlar. Müslüman olduğumuzu ve hangi ülkeden geldiğimizden başka bizimle alakalı derin bir bilgiye sahip değiller. Geçenlerde bir politikacıyla görüştük. O da aynı şeyden muzdarip. “Cemaatler olarak sizin farklığınızınız sebebi nedir, ben 8 yıl Gülenistlerle çalıştım, ne olduğunu anlayamadım” diye serzenişte bulundu.
Suç kimin, biz mi anlatamadık, onlar mı öğrenmek istemiyorlar?
Hâkim kültürün öğrenmek gibi bir derdi yok; ‘sen anlatırsan ben dinlerim’ diyor. Bizi tanıma yöntemini bu şekilde dillendiriyor. İslam’ın bir din olduğunu, bir ideoloji olmadığını bilmek, duymak istiyorlar. Bunu söyleyebilmek için de kendi dinin hakkında ciddi bir donanıma sahip olman gerekiyor. Bunu yapamayınca da, Wilders’ın, “İslam ideolojidir, Müslüman tehlikelidir, hepimizi kuşatma altına alacak” diye bağırışını uzaktan seyretmek zorunda kalıyorsun.
Aradan 50 yıl geçmiş, ne zaman tanışacağız biz? Birbirimizi tanımak için 50 yıl kısa bir dönem mi?İçine kapanık bir toplum muyuz?
Hayır, karşılıklı bir sorun var. Biz onları ne kadar tanıyorsak, onlar da bizi o kadar tanıyor. Bu da göçmenliğe has bir durum olsa gerek. Bir Müslüman, Katolik ile Protestan ayırımını yapabiliyor, onlar arasındaki farkı anlayabiliyor mu? Yapamıyor, anlayamıyor. O zaman da yerleşik kesimden biri de Millî Görüş ile Diyanet, Süleyman Efendi cemaati ile Gülen hareketi arasındaki farkı anlayamıyor, bilemiyor.
Benim için Millî Görüş önemli bir kimlik. Ben bu düşünce etrafında her şeyi anlamlandırmaya çalışıyorum ama etrafımda binlerce insanın ‘o da neymiş?’ diye sorgulayan bakışlarıyla karşılaşıyorum. Bu durum beni sarstığı kadar onları da sarsıyor.
Bu tanımama sadece yerleşik toplumla ilgili bir sorun değil galiba…
Evet, burada yaşayan ikici kuşaktan sonrası da bu durumdan haberdar değil. Sürekli soruluyor; ‘Neden varsınız ki, neden ayrısınız ki?’ diye. Toplam 6 farklı cemaat var. Bu bile bizim insanımızın gözünde dağınıklık olarak görünüyor. Cemaatler kendi tabanına bile kendi kimliğini tanıtmada ve yol haritasını anlatmada sıkıntı yaşıyor. Hem yerleşik topluma hem de gelecek nesle kendimizi ifade etmek için bir dil ve yöntem oluşturmalıyız.
Nasıl bir gelecek bekliyor bizleri? Öyle olmuyor, böyle olmuyor nasıl yaşanacak bu din o hâlde?
Bence, üçüncü ve dördüncü ve ondan sonraki nesil kendi dinî pratiklerini oluşturacaklar. O pratik de, büyük bir ihtimalle hâkim kültürle uyumlu olacak. Ötekileştirme sürecinin ortaya çıkaracağı bir İslam olacaktır. Avrupa İslam’ı denilen şey oluşacak. Bu neslin inşa edeceği İslam, aslında kalıcı da olacaktır. Bu durumu Faslı kesimde daha bariz bir şekilde gözlemliyorum. Türk toplumunda ise, münferit bazı gelişmelere şahit oluyorum. Oluşacak o dinî pratiğin en önemli unsuru, cemaatin olmaması. İslam’ı bireysel olarak yaşıyorsun. O sana ait olan bir kimlik, bir renk gibi bir şey olacak. O artık, bir medeniyet, bir yaşam tarzı veya hayatın her alanına yön veren bir kaynak değil.
Uyumlu İslam, hayatın belli alanlarında etkin olan bir din hâline gelecek. Modernleşmiş, sekülerleşmiş bir tip oluşturulacak. Toplumdaki ötekileştirme ve gerilim dinamiği ‘ben böyle bir dine evet derim’ diyor. Bunu derken de aslında, yeni nesle bir adres veriyor, davet ve motive ediyor, oraya yönlendiriyor. ‘Her ne kadar burada doğup büyüsen de, atanın dinîüzere olursan kabul edemem, seni de taşıyamam’ diyor. Özellikle Paris saldırılarından sonra kamuoyundaki tartışmaların tamamı bu yönde.
Bir ihtimal daha var… Devrimci Müslüman kimliği bu perspektiflerin neresinde duruyor? Mesela, kavramların geliştirilip sahiplenmesi, dünya literatürüne sokulması, yenilikçi olma ve inisiyatifi ele alma konusunda bir çizgide duranlar var. Bir de Batı’nın istediği, sürekli sırtını sıvazladığı ve sizin de fotoğrafını çektiğiniz ‘ılımlı Müslüman’ tipi var. İkisi de birbirine taban tabana zıt. Ve arada farklı tonlar. Seçenekler çok ve zor.
Ben ılımlı değil ama uyumlu Müslümanım. Ben devrime değil ihya’ya inanırım. Bütün peygamberler ihyacıydı. Devrimci peygamber yoktur. Bütün peygamberler gönderildiği kavmin toplumsal yapısını önce anlarlar, ardından da o toplumda kötü ve zararlı olanları gidermek için hamle yaparlar.
Ama kelime-i tevhid tam da bunun tersiyle başlamıyor mu? Her şeyi reddederek, Allah’ın varlığını kabul ediyor…
Evet, kelime-i tevhidi böyle anlarsan devrimci Müslüman olursun. Devrimci Müslüman kimliği 20’nci yüzyıl ortalarında çıkmış. Peygamberimiz geldi, tevhidi bilen bir toplum vardı ama hasarlı bir yapısı vardı; o da şirkti ve onu düzeltti. Peygamberin putları reddetmesi aslında bir ihya girişimidir. İslam kaynak olarak iki yapıya da açık; devrimci de olabilirsin, ihyacı da olabilirsin.
Ben ihyacıyım. Ben uyumlu İslam’ın kalıcı olduğunu düşünüyorum. Hollanda’da yaşıyoruz. Bu ülkenin de kötülükleri var, gerilimleri var, adaletsizlikleri var, kokuşmuşluk var, yalnızlıklar var…
Kutsallara hakaret etmenin ifade özgürlüğü ile bağdaşmadığını görüştüğünüz ilgili kişilere söylüyor musunuz? Avrupa’da yaşayan 20 milyon Müslümanın bu tür çıkışlarla incindiğini, tahrik edildiğini ve İslam’ın da bu manada korunma altına alınmasını teklif ediyor musunuz?
Gerilimler arttıkça bizim söyleyecek sözümüz de azalıyor ve daha dikkatli davranmamız gerekiyor. Bu işin iki ayağı var: Biri özgürlükler diğeri de saygı. Bu ikisi bazen karşı karşıya gelince, ‘özgürlüklerin sınırı biraz daraltılsın, saygı biraz artsın’ diye bir teklif sunmak sorunlu ve sıkıntılı oluyor.
Biliyorsunuz geçen yıl Hollanda Meclisi dine hakaret yasasını kaldırdı. Hâkim kültür özgürlüklerin başka şeylerle daraltılmasını istemiyor. Hâkim tartışma, bu konuda Müslümanların şaibeli olduğu yönünde. Özellikle Ortadoğu fotoğrafını bizlere göstererek bu tartışmada haklı olduklarına inanıyorlar.
Doğu’nun değerlerini Batı’ya yükleyerek daha iyi günler göreceğimize inanan bir yapımız var. Neden biz bu değerleri Batı toplumuyla tanıştıramıyoruz?
Değerlerle alakalı geçmiş yıllarda bir araştırma yapılmıştı. Aslında biz bu değerlerin ne olduğunu çok iyi biliyoruz. Mesela, dürüstlük, yardımseverlik, saygılı olmak, misafirperver olmak, mütevazi olmak gibi. Böyle bir liste çıkarttığınızda, bu, bütün toplumların ortak listesi hâline geliyor. Peki fark nerede? Fark, bazı değerler bir toplumun en önceliği iken diğer bir toplumda orta sıralarda kendini gösteriyor. Kimi değer bazı toplumda 10’uncu sırada iken başka bir toplumda 20’nci sırada görüyoruz.
Buraya gelen Türkler de, Hollanda’ya gelirken bir değerler manzumesi ve yine o değerlerden türemiş bir davranış biçimi, kodları getirdiler. Şu anda görüyoruz ki, bu yapı, bu pratik yerleşik kültürle çatışıyor. Şimdi sen diyorsun ki, ‘Yahu bu değerleri buluştursak, üst üste koysak zenginleştiremeyiz mi?’. Pratikte olmuyor. Müslüman bu konuda karşısındakine ne kadar söz söylerse söylesin karşıdaki duymuyor.
Karşımızda bu tür önerilere alabildiğince kapalı bir toplum. var. Bu yöndeki önerilere olan kapalılığının iki nedeni var Birincisi, kendilerinin tarım toplumundan post-modern topluma geçmelerini bir ayrıcalık ve üstünlük olarak görmeleridir. İkincisi de, seni göçmen, kendisini yerleşik toplum olarak tanımlamasıdır.
Batı Doğu geriliminin altında, Batı toplumunun, Doğu toplumunu hakir görmesi ve ona kendini kapatması yatıyor. Burada, oryantalist algısı da önemli rol oynuyor. Bu davranışla Batı, Doğu’ya ‘senin geleceğin, benim şimdiki hâlim’ demeye getiriyor. ‘Biraz daha gayret sarf edersen, gelişirsen, alnını terletirsen, benim şimdiki bulunduğum yere gelmeyi hak edebilirsin’ diye bir üstten bakma ve hakir görme yaklaşımı var Batı’nın…
Hollanda’da hafif sağa meyleden kanaat önderleri ve solculukta biraz kenarda yer alan bütün entelektüeller olaya bu bağlamda yaklaşıyorlar. Kendilerini ‘üst kültür’ olarak nitelerken, karşısındakini ‘geri, azınlık, haddini bilmez’ gibi kavramlarla tanımlıyor.
Yani bu topluma Müslüman olarak katkımız olamayacak mı?
İslam’ın yerleşik topluma katkı sunabilmesi, onu vitalize edebilmesi, o hiyerarşik değerler yapısını hareket ettirmesi imkânsız değil bence. Ama bunun için Müslümanların ciddi bir evreden geçmesi gerekiyor. İçinde bulunduğu cari, hâkim yapıyı iyice tanıması gerekiyor. Onun oluşum ve onun kodlara dönüşme sürecini iyi bilmek lazım. Bunları bilmeden konuşmak, bir şeyler yapmaya çalışmak bana ‘afaki’ gibi geliyor. Boşa kürek çekiliyor. Yaptığınız bütün öneriler havada kalıyor. Müslümanlar bu süreci yaşayacaklar mı, göreceli olarak henüz yeniler, bakalım, bekleyelim, göreceğiz.
Batı’nın Ilımlı İslam dayatması şu anaç tavuğun meselesini anımsatıyor. “Gelin kanatlarımın altına girin, ben sizi, benim istediğim gibi yaşayacağınız İslam’la korur, gözetirim diyerek şartlandırması, baskı altında tutması bu durumla bir paralellik arz ediyor mu? Bu durumun, Müslümanların 100-200 yıllık gelecekleri açısından ne gibi bir sakıncası var?
O metaforda, o örnekte geçen kartal yavrusu büyüdüğünde kartal oluyor ve annesi dahil etrafındakileri de yiyor.
Biz de mi öyle olacağız, biz kendimizi mi bulacağız?
Aslında geleneksel eski ilişkileri ve yöntemleri esas aldığımız zaman, evet, öyle oluyor. Biz burada bu toplum içerisinde ‘çaktırmadan’büyüyor, palazlanıyoruz, gelişiyoruz ve zamanı geldiğinde de buraları işgal ediyor, bunları yiyoruz.
Bu her ne kadar geçmişte yaşanan bir deneyim ve metod olsa da bugün aynı algı, ‘Darul İslam- Darul Harp’ kavramları etrafında oluşmuş Müslümanların ciddi bir kesiminde hâlâ bu algı var. Buna ben, ‘işgalci Müslüman algısı’ diyorum.
Darul Harp, işgal edilmek için aday olarak görülendir. Fırsatını bulduğunda orayı ele geçirirsin. Böylelikle Darulİslam genişlemiş olur. Nihayetinde bütün dünya teslim olur. Wilders’ın kritiği de tam bu algıya oturuyor. Onlara göre, İslam ve Müslüman ellerindekileriyle yetinmiyor, işgal edip, ele geçiriyorlar. Bu bir kısım Müslümanın aklına gelebilir. ‘Biraz daha gayret sarf ettiğimde Amerika’da, Avrupa’da bizim olacak’ düşüncesi taşıyanlar olabilir. Ama Avrupa’daki Müslüman bunu böyle düşünemez. Böyle bir şey de yok zaten. Buradaki Müslümanların kahir ekseriyetinin böyle bir algı ve konumlandırması kesinlikle yoktur.
Karınca kararınca, elimizden geldiğince münafıklaşmadan, Müslüman olmaya, sahih olmaya, özden olmaya çalışıyoruz. Dinî kimliğimizi korumaya ve sürdürmeye çalışıyoruz.
Doğu Batı kültürleri arasında çatışma var bu çatışmalardan dolayı bocalıyoruz. Her pratiğimizi yerine getiremiyoruz ama bu süreçte de evriliyor ve dönüşüyoruz. Yeni pratikler ortaya çıkıyor.
Bizim yaşadığımız bu. Bu gerilimler ideolojik bir çerçeveye oturmuş değil.