METİN YAZAREL İLE RÖPORTAJ
Sizi kısaca tanıyabilir miyiz?
1962 yılında Yozgat Boğazlıyan’ın Yaraş köyünde doğdum. İlk okulu köyde okudum, orta ve liseyi Yozgat’ta okudum. Hollanda’ya ise 1980’de, siyasi nedenlerden dolayı 12 Eylül’den sonra geldim. Kısa süreliğine gelmiştim ama 37 yıldır buradayım.
İlk geldiğinizde neler yaptınız?
Tabi Hollanda’ya geliş gayemiz siyasi olduğu için, ilk geldiğimde önce derneği buldum. Daha sonra Rotterdam’da Thomas Moor diye bir pedagoji akamedisine yazıldım. Benim gibi Türkiye’den gelen liseyi bitirmiş veya üniversiteden terk olan bir grup arkadaşla burada pedagoji akademisine başladık.
Bir süre Türk gıda sektöründe ticaret yaptım. Perakende ve toptancılık yaptım. 80’li yıllarda Schiedam’da bir Türk sineması vardı, haftada bir Türk filmi oynatıyordu. Gurbet hasretini giderme adına insanlarımız sinamaya akın ediyordu. Almanya’dan Türk video filmlerini getirip kiraya vermeye başladık. İş tuttu. Üç arkadaşla birlikte Den Haag’da bu Türk video filmlerimin toptancılığını yaptık. Eski Yeşilçam filmlerinden oluşan videolar o zaman müthiş popülerdi. Gurbet hasreti Türk filmleriyle gideriliyordu. Videonun dışında tekstil ürünlerini de pazarladım. Türkiye’den tekstil ürünleri getirip burada pazarlıyorduk. Beverwijk pazarında bile pazarcılık yapmışlığım var.
Bir de dernekçilik var.. Geçmişte STK’larla ilişkiniz oldu…
Evet, çeşitli derneklerde hem kuruculuk hem de yönetimlerinde görev aldım. Dernekçiliğe aşinalığım olduğu için Ticari işlerden kazandığım paralarla sponsor olarak bağışta bulunurdum. Bu konuda çok cömerttim. Bir dernek veya kuruluş ‘bana sponsor olur musun?’ dediğinde, varsa imkanlarımı çok cömertçe kullanır yardımda bulunurdum. Mesela örnek olması bakımından. Rahmetli Feruh Başaran’ların kurduğu Folklor Federasyonunu vardı. O Federasyonun ilk sponsoru ben oldum. Halk oyunları yarışmasının salonunun giderinin çok önemli bir kısmını, Video şirketimiz sponsorluğunda biz ödedik. Bunun dışında Bindallı adı altında Trakya yöresi oyunlarını oynayan bir ekip vardı. Sözkonusu yarışma esnasında Trakya ekibinin tüm elbiselerinin sponsorluğunu üstlendim. Bir takım elbise o zamanlar 5 bin Gülden’di. Böyle ticaretten kazandığımızı Türk toplumuna siyasi ve kültürel alanlarda faaliyet gösteren dernek ve kuruluşlara aktardığımız çok olmuştur.
Ticarette aktif olduğum dönemlerde de sivil toplum oluşumlarından alakamı kesmedim. HDV’nin kuruluşunda, Din Hizmetleri Müşavirliğiyle istişare ederek, Hayrettin Şanlı, Remzi Yavuz, gibi isimlerle çalışmalarımız oldu. Rotterdam Ülkücü Türk İşçileri Genel Merkezi diye bir genel merkezimiz vardı. O günün şartlarında Federasyonlaşmamız gerekiyordu. Hollanda Türk Dernekleri Federasyonunu kurduk. Hem kurucu üyesi hem de genel sekreterliğini yaptım bir yıl. Cengiz Özdemir, Ahmet Evsen, Necati Koçak, Şaban Akbulut, hatırladığım isimler şu an. Daha sonra ben ticari sahada daha aktif olduğum için yönetim kurulu üyeliğinden bir yıl sonra ayrıldım ve ticari alanda işlerime devam ettim.
Çok farklı alanda çalışmalar yaptınız hem de dünyanın belirli yerlerine gitme ve görme fırsatınız oldu. Bütün bunların size vermiş olduğu hayat deneyimini toparlayabilir misiniz?
Şimdi bizi yetiştirenler kızıl elmacı olarak yetiştirdiler. Nizam-ı Alem Ülküsü bizim için bir idealdi. Gittiğim yerlerde de kurduğum ilişkilerde de hep o kızılelma ülküsüyle dolaştım. O kafamda hep bir projeydi. Mesela Fas’tan, Tunus’a kadar Osmanlı’nın izleri olan bir çok ülkeye gittim. Osmanlı neden oraya gelmiş? Orada bıraktığı izler neydi? Oralarda ki Osmanlı algısını araştırdım hep. Oralarda ki sosyal yaşantı ve sosyolojik olguyu hep inceledim.
Hollanda’da Sosyal akademiye gitmek istiyordum. Çok sevdiğim bir alandı, Rotterdam’da bir okula yazılmak istedim ancak sosyalist gruplardan referans istediler. Tabii götüremedik, solcu değildik. Sol kuruluşlardan referans götüremeyince sosyal akedemiden bir Hollandalı yetkili halime üzülmüş olacak ki ‘sizin solcularınızla bizim solcularımız farklı’ dedi.
Hollanda’nın solcusu önce Hollanda diyor. Sonra Avrupa diyor ve en son Vietnam veya Moskova geliyor. Biz de ise bu tam tersiydi. Bizim solcularımızda bu sıralama önce Vietnam, Moskova ve en son Ankara’ydı.
‘Ben önce Hollandayı düşünüyorum’ yaklaşımı, benim Turancılık’a bakış açımı da değiştirdi. ‘Türk dünyasının Türkiye Türkçesiyle birlik olsun’ düşüncesinden vazgeçtim, gönül coğrafyamızda ne kadar kendini Türk olarak addeden varsa, onlar kendi bulundukları topraklarda kendi haklarını koruyarak kendi şartlarına uygun varlıklarını devam ettirmelerinin daha uygun olacağını düşünür oldum.
Metin Bey, yerel siyasette eskiye nazaran biraz daha kayıplar var sanki?
Öncelikle şunu belirtmeliyim, 90’lı yıllarda sözde Kürt parlamentosuna karşı bir yürüyüş düzenlendi Hollanda’da. Yaklaşık 100 bin kişinin katılımıyla gerçekleşti ve Hollandalı orada şunu gördü. Türkler örgütlenebilen bir toplum ve örgütlü toplum iç güvenlik tehdidi olarak algılandı. 11 Mart Rotterdam olaylarında ise örgütlenebilen bir toplum olduğunu tekrar gördüler. Sürekli kültürel itirazlar üzerinden yönetilen bir iç güvenlik tehdidi üretildi. Farklı kültür algısını sürekli problem olarak işlediler, en son bir algı oluştu ve kapalı toplum ismiyle Avrupa normlarıyla kavgalılar denilerek, belirli politikacıların söylemleriyle insanlara propaganda yapılarak ‘tehdit olan’ bir toplum algısı ortaya çıkardılar. Aboutaleb’in 11 Mart olaylarında ‘vur emri verdim’ demesinde iki önemli nokta vardı. Birincisi Türkler örgütlenen tehlikeli bir toplum, ikincisi ise Faslılar’la ilgili kötü bir kanaat vardı, Faslıların yanına Türkleri de koyarak, ötekileştirildik.
Metin Bey sizin siyaset okulu projeniz vardı daha önce yazılarınızda yazdığınız. Bunu açar mısınız biraz?
Siyaset okulu düşüncemi ben Wouter Bos’a da söylemiştim. Türkler İşçi Partisini yoğunluklu olarak tercih ediyor siyaset okulu açalım dedim. Siyasette aktif olarak rol almak isteyenlerin eğitilmesini önerdim. Türkiye’den bağımsız siyaset yapamadığımızı anlattım. Hollanda parlamentosunda seçtiğimiz Türk kökenli politikacılardan iki ülke arasında ki politik ve diplomatik ilişkilerde Türkiye’nin tarafını tutmasını istediğimizi anlattım. Halbuki burada seçilen bir politikacı, buraya yönelik söylemler ve politikalar geliştirmeli. Bir Türk kökenli politikacı her iki ülke ilişkilerinin düzelmesi için arabulucu olabilir. Taraflı olarak arabuluculuk yapılmaz, arabuluculuk tarafsızlık ilkesiyle gerçekleşir. Bunun gerçekleşmesi için de duygularıyla değil mantık ve konjektüre göre davranabilen eğitilmiş politikacalara ihtiyacımız var. Türk kökenli politikacılar, aktif siyasete girmeden, siyaset eğitimden geçerek, buradan alacakları diplomalarla aktif siyasette daha başarılı olacaklarına inanırım.
Türk STK’ları bunu yapmaz mı?
Örgütlenmemizde bir hata var. Bir diaspora olamıyorsak, Türk lobisi oluşturamıyorsak, birlikte hareket edemiyorsak, orada sorun vardır. Bizim en çok birleşebildiğimiz konular duygusal konular. ‘Bayrağını al gel’ diyerek sokağa davet etmek çözüm üretmiyor. Sokak hareketlerinin modası geçti, bu devrim olayları felan. Bana göre bunlar çözüm üretmiyor, şiddet ve kaosa çağrışım yapıyor. Bizim Türk STK’larını biraraya getirip lobi oluşumuna hasır edilecek zaman ve bütçe ayırın denildiğinde şu ortaya çıkacak. ‘Benim yerim neresi?’, ‘Benim makamım nere?’ veya ‘Federasyonum nereyi, nasıl temsil edecek?’
Neden yerleşik hayata geçmenin şartlarına uygun örgütlenmeyi beceremiyoruz?
Öncelikle her Türk’ün şuur altında şu var: Bir gün ben Türkiye’ye döneceğim. Yeni nesilde de var. Şöyle tabir edelim, ben Türkiye’de doğduğum için Türkiye’nin şartlarını biliyorum. Benim çocuklarım burada doğdular. Özellikle Türkçülük, Türkiye veya Turancılık gibi konularda dikkatli oldum. Ama yine de genetik olarak ‘bayrağını al gel’ denildiğine sokağa gidiyor. Daha basit bir örnek, Hollanda-Türkiye milli maçında, ay yıldızlı bayrağı taşıyor diye Türkiye’yi tutuyor. Yanlış mı, tabii ki değil, yanlış olarak görmüyorum. Ama bunu nasıl bir uyumla her iki bayrağı kardeş ülke olarak görüp nasıl bir araya getirir? HABER Gazetesi’nin bir manşeti var çok beğeniyorum, ‘Hollanda ülkemiz, Türkiye vatanımız’ şeklinde. Bu duyguya nasıl getireceğiz gençleri veya STK’ları? Bana göre çözüm burada yatıyor.
Önce bir UETD çizginiz var oradan da Türkevi. Oralarda da aktif oldunuz, bu hareketlenmeyi nasıl görüyorusunuz? UETD misyon kayması mı yaşadı?
UETD, sayın Cumhurbaşkanımızın başbakanlık zamanında Belçika ziyaretinde verdiği talimatlar doğrultusunda kuruldu. Avrupa’da kültür ve kamu diplomasisini yürüten bir üst kuruluş. Hem Avrupa’nın hem Türkiye’nin muhatap olarak alacağı bir kurum olarak kuruldu. Misyon ve vizyonu buydu, daha sonra siyasallaştırıldı. Bana göre ilk 4 ila 6 yılı o amaçla gitti ve pek fazla siyasal olmadı. Sonraki yıllarda Türkiye’de, Avrupa’daki Türklerin şartlarını iyi anlamayan veya anlamak istemeyen politik aktörler, bana göre yanlış tercihleri topluma sundular. Ondan sonra UETD o misyonun dışında örgütlenmeye başladı. Bu örgütlenmede siyaset alanında daha aktif olsun istendi. Tabi biz bunun “yanlış olduğunu, eğer siyasi bir hareket olarak devam edecekse, aynı CHP’de olduğu gibi, Ak Parti’yi temsil eden bir temsilcilik olsun, ama UETD kuruluş amacına hizmet etsin, kültür ve kamu diplomasisi yürütsün istedik. Diplomatik ve akademik seviyede araştırmalarıyla hem Avrupa’ya hem Türkiye’ye fikir versin, yardım etsin istedik.”
Neden planlandığı gibi yürümedi?
Siyasallaştırmak işlerine geldi çünkü. Yani Avrupa’da Türklerin, Türkiye seçimlerinde seçme ve seçilme hakkı için çok uğraştık. Ama şu noktadan sonra Avrupa Türk toplumunun Türkiye’yle ilgili siyasi haklarda hazır olmadığını düşünüyorum. Seçilme ve seçme hakkı verildi, ancak sadece 1 tane milletvekili dışında, Avrupa’yla içli dışlı olan, Mustafa Yeneroğlu’ndan başka bir vekil var mı? Benim bildiğim kadarıyla diğer partilerde Avrupalı Türklerini temsil eden seçilmiş kimse yok. Temsil edilme hakkımız yok, sadece oy kullanıyoruz. Bu oy kullanmayı da o kadar geriyoruz ki, lüzumsuz gerilmeler. Bazı kurumlarımızıda siyasallaştırıyoruz. Eskinin alışkanlığının devamı olan ‘Senin camii’n, benim camii’m’ olayına tekrardan geri dönüyor insanlar.
11 Mart olayları Türkleri Hollanda’ya soğutmaya bir bahane miydi yoksa Tayyip Erdoğan karşıtlığı üzerinden mi gelişti?
Bütün dünyada Tayyip Erdoğan karşıtlığı üzerinden, Türk düşmanlığı yapılıyor. İslam demiyorum bakın, çünkü sokaktaki halk diğer müslüman ülkelerin müslümanlığıyla, Türklerin müslümanlığının farklığı olduğunu görüyor. Biz bunu bir şekilde ispat ettik. Giyimimizle, iş ilişkilerimizle, komşuluk ilişkilerimizle bizi Avrupai olarak kabul ediyorlar. Batı bizi kendine biraz daha yakın görüyor. Fakat Batı’nın hazmedemeği, şuur altına işleyen bir hazımsızlık var; o da Viyana kapılarını gelmiş ecdadımız. ‘Ne işiniz var sizin Viyana’da?’ diye düşünüyorlar. Onu hiç bir zaman hazmedemediler. Bunu da Türk düşmanlığı üzerinden değil de Tayyip Erdoğan düşmanlığı üzerinden yapıyorlar. Öyle yapıldığı için de Hollanda da Erdoğan düşmanlığı üzerinden oynadı. Buna biz de sebebiyet verdik tabii, mesela Rotterdam’da işletmenin birisi Tayyip Erdoğan fotoğraflarıyla, belediyeyle olan sorununu başka boyutlara getirmek istedi. Veya bakanlığın ısrarla buraya gelmek istemesi. Hollandanın yaptığı tabii ki de doğru değildi, bir dışişleri bakanını almamak düşünülemez. Sıradan bir bakanlık değil ki bu, dışişleri bakanlığı, ikili ilişkileri yürüttüğün mecra. Bu ne demek ‘benimle diplomatik ilişkiler yürütmek istemiyorsun’ demektir. Hollanda başlattı esasında, olay bu şekilde gelişti.
Türkevi gibi kuruluşlar gençleri bünyesine almak istediler ancak başarılı olamadılar, neden kaynaklanıyor bu?
Gençlere sorumluluk verildi esasen, UETD Gençlik Teşkilatı’nın kurulmasında ben aktif rol almıştım, ama bir müddet sonra gençlerin bizim kadar toplumsal işlere duyarlı olmadıklarını da gördük. Biz yeri geldi çocuklarımızı görmediğimiz günler oldu. Aslında yeni kuşak hazıra kondu, mevcudu devam ettirmesi lazım, bunu da bizim gibi ikinci kuşakla beraber yürütmesi lazım. Bizim tecrübe ve bilgilerimizden faydalanmaları gerek. Tamamen yeni bir model üzerinde çalışılmalı, var olan hakların üzerine yeni haklar katılarak, sosyal alanda söz sahibi olacak lobi gücünde, diaspora kültürüne göre örgütlenebilecek yeni model örgütler oluşturmaları lazım.
Yavaş yavaş edindiğimiz haklar elimizden gidiyor, refah seviyemiz düşüyor, burada yabancı düşmanlığı artıyor. Başbakan uyum bahanesiyle çıkıp ‘defol git’ dedi tüm topluma. Mecliste bütün toplumu temsil eden tüm STK’ları gensoru gibi sorguya tabii tutup ifadelerini alıp ‘ben sizi tanımıyorum’ denildi. Bunların hepsi yapılabiliyorsa, 20 sene sonra farklı nedenlerden dolayı buradaki yaşamımız tehlikeye girecektir diye düşünüyorum.
Türkevi’ne gelecek olursak. Türkevi bir araştırma merkezi, ben de yönetinindeyim. Bugüne kadar Hollanda siyasetine çok fazla karışmadık, ama farklı projelerimiz var. Zaman zaman siyasete adam yetiştirelim düşüncemiz olsa da bizim hedefimiz kültürel katkıydı. Politik siyasi alanındaki açığımızı UETD kanalıyla tavsiyelerde bulunarak gideriyorduk. Fakat UETD de kuruluş misyonundan ayrılınca, UETD’den ayrılmak durumunda kaldık. Şimdi Türkevi aracılığıyla kültürel anlamda faaliyetlerimiz var ama işin siyasi kısmına talip olacak farklı kurum ve kuruluşlar olmalı. Siyasi alana ilgi alakayı onlar yapsınlar biz katkı sağlayalım. Ama siyasi arena da boş kalmasın onlara destek verelim istiyoruz. Kültürel katkımız yüksek, 116 kitabın tercümesi yapılmış şimdiye kadar, onunla övünebilirim. Siyaseten ise, DENK partisi gibi oluşumlar bizden katkı istesin, her türlü katkıyı verelim.
Sorumluluk almak gerekiyor diyorsunuz yani…
Önümüzdeki 5 yıl içerisinde diaspora kültürünün gerektirdiği bir şekilde, yeni model örgütlenmeleri kuruluş aşamasına getirip, fikir ve düşünce anlamında olgunlaştırıp, yavaş yavaş mevcutları oraya doğru yapılandırmaz isek, Avrupalı Türkler’in geleceğini pek içaçıcı görmüyorum.
Bazıları bu diaspora kelimesine çok takıyorlar?
Ben de daha önce diaspora kelimesine karşıydım. Çirkin gördük, o da neden? Uzun süre kamuoyunda ‘Ermeni diasporası’ diye kullanıldığı için. Ama diasporanın şöyle bir avantajı var. Hem bulunduğu ülkeyi, hem de aidiyet duyduğu ülkeyle ilgi bir yaptırım gücü var. Oradan çok avantajılı geliyor bana.
Entegrasyon politikalarına bir bakalım. Siz zaman zaman yıllar içinde buna da müdahil oldunuz. Fırsat buldukça Wouter Bos, Nebahat Albayrak gibi politikacılarla oturup konuştunuz zaman zaman…
Avrupa ve özelde Hollanda yabancılara yönelik bir entegrasyon politikası uyguladıklarını her platformda dile getiriyorlardı ancak şimdi anlaşılıyor ki, bu entegrasyondan öte bir asimilasyon politkası imiş. İlk gelen misafir işçilerin problemleri daha az iken, aile birleşimiyle problemler de çoğaldı. Bu problemler entegrasyon adı altında düzenlemelerle çözülmeye çalışıldı. Kendilerine göre bir kültür çatışması problemlerinin önüne geçmek istediler. Seçme seçilme, birlikte yönetim, politakaya katılım gibi sözler bize bir imtiyaz gibi sunuldu fakat daha sonra esas niyetin burada asimilasyon olduğu da ortaya çıktı. Öyle olmasaydı Tunahan Kuzu ve Selçuk Öztürk partiden atılırlar mıydı? Öyle olmasaydı bundan 10 yıl önce Ermeni meselesinden dolayı Türk kökenli milletvekilleri adaylarının siyasi kariyerlerinin önünü keserler miydi?
2006’dan sonra Türk kökenli siyasilerde İşçi Partisi’ne bir yığılma oldu. İşçi Partisi’nin oyları genel seçimlerde düşmüş, yerel seçimler geldiğinde bu Türklerin yoğunlaşmasıyla birlikte birden 100’un üzerinde vatandaşımız İşçi Partisi’nden belediye meclislerine girdi. İşçi Partisi’nin oy oranı da bununla birlikte yükseldi ve biz bunun bir başarı olarak kutlanacağını zannettik. Ancak Wouter Bos bunu bir başarı olarak addetmedi. Amsterdam’da seçimlerden sonra Wouter Bos çıktı ‘Bu bizim için bir galibiyet değildir, seçilenlerin kabiliyetinden, ehliyetinden, yeteneğinden şüphe ediyorum’ dedi.
Kasıt Türkler miydi orada?
Evet kesinlikle, Nebahat Albayrak da Wouter Bos’a karşı bir beyanat vermişti o dönemde. Daha sonra bir toplantıda Wouter Bos ve Nebahat Albayrak’la bir yemekte bir araya geldik ve Wouter Bos’un bu söylemini eleştirdim. Türkler sayesinde partiniz seçimlerde oy oranını yükselti ancak siz talihsiz bir açıklama yaptınız dedim. O da dedi ki: “Babası oy deposu olan birisi geldi bize ve ‘şu cemiyette kariyer sahibidir’ dedi, aldık partiye, adaylığını kabul ettik, başka bir federasyon mensubu geldi oy potansiyelim var dedi, onu da aldık partiye, böyle bir kabul süreci yaşadık” dedi. “Ama 3-5 yıl belediye encümeni olup da tek kelime konuşmayan siyasetcileri de gördü bizim partimiz” dedi. “Niye hemen işin yönetim kısmına talipsiniz, bu işin de bir mutfağı var orada da hizmet var. İşe hemen belediye encümenliğine veya milletvekilliğine talip oluyorsunuz” dedi. Ben de ona dedim ki, o zaman bir şart koysaydınız, ‘Önce partinin alt kurullarında görev alma şartı koysaydınız, partinin alt kademelerinde görev alan insanları aday yapacağız’ deseydiniz diye itiraz ettim. Demek ki önce oy almak hedefiyle aldınız insanları ve amacınıza ulaştınız. Birlikte yönetim konusunda ciddi olmadığınızı da görmüş olduk diye düşüncelerimi ifade ettim.
Nebahat Albayrak başarılı mıydı?
Evet başarılı, şuana kadar siyaseten onun başarısını henüz geçen olmadığı için başarılı görünüyor. Devlet Bakanlığı teklif edildiğinde, ondan önce Rotterdam Belediye Başkanlığı teklif edilmişti. Belediye Başkanlığı’nı kabul etseydi şimdi yine hala siyasette olabilirdi. Biliyorsunuz bir de o yıllarda gensoru ile Nebahat Albayrak ve Aboutaleb’in Hollanda’ya sadakatları sorgulandı. Orada şunu söylebilirlerdi, siyasetin kabul edeceği bir savunma refleksi olurdu. “Oy aldığım kitlenin hassasiyetlerine duyarlı olmak durmundayım yoksa siyasette olmamın bir manası yok” diyebilirlerdi,. Farklı bir yol izleyemediler, partilerin üzerlerindeki baskıdan çekindiler. Biraz yumuşak davrandılar ve suya sabuna dokunmadan devam ettirmek istediler. Ama neticede Aboutaleb sadakatini ispat ettiği için devam ediyor Nebahat Albayrak ise siyasi kariyerini sonlandırdı.