Ne çok gezen bilir, ne de çok okuyan. Çok soru soran daha çok bilir. O halde “Hayata dair sınandığımız şey nedir?” sualini size yöneltsem “imtihan” ya da “ihtiras” cevaplarını almam yüksek ihtimaller dahilinde.
Şükranca cevabıysa “gerçek!” Ya da muhtevaya daha derin anlamlar yüklemek için daha afili bir terim kullanmak gerekirse: “Hakikat”.
Sağ cenahın kilit isimlerinin sosyal medya ortamında, entelektüel kürsülerde hakikat vurgusu yaptığına şahit olmuşsunuzdur. İnsanın hayat gayesinin ‘hakikati aramak’ olduğunu da hakeza.
Sorular silsilesinin devamında gelenlere gelecek olursak: Peki gerçek nedir? Bizim oluşturduğumuz mudur ya da oluşan şeye bizim teslim olmamız mıdır? Gerçek, etrafımızda algıladığımız (veya bizim algıla/ya/madığımız ve başkalarının bizim adımıza algıladığı mıdır?) ya da gerçeklik gerçeğin kişi tarafından yorumlanış biçimi midir?
Hakikati aramak kişinin asli gayesi ise, dolayımlı gayesi de, aslında hakikati yansıtmak olmalıdır. Erkişi hakikati hayat gayesi olarak benimseyecek fakat günlük hayatında gerçeklik olgusunu görmezden gelerek yalanlar üretecek ve suni deryada yüzecek. Tezat bu ya, bir de ilişkilerinin yönetim merkezine ise gerçeği yerleştirecek.
Nasıl yani? Evet baya baya, çünkü ilişkilerimizin temeli güvene, güvenin temeli ise gerçeğe bağlıdır. Güven duyduğumuz şeyin ya da kişinin derecesi, gerçeği yansıttığı orandadır. Bu sebepten gerçeğin hayatın en değerli şeyi olduğunu -şimdilik çekimserlikle- kabul edebiliriz. (Acele etmeyiniz. Çekimserliği şimdilik burada soluklandıralım.)
Yaşadığımız hayal kırıklıklarının ya da üzüntülerimizin temel sebebi nedir?
Hayal kırıklığını irdelemek gerekirse, hayal soyut, kırık ise somut bir kavram ikisini birleştiren de tam olarak soyut gerçeğimiz ile somut gerçeklerimizin yollarının kesiştiği nokta. Beklentilerin karşılanmaması durumu, esasında zihnimizde beklentiye girerken, yaşanacak olaylara bir gerçekleşme payı yüklememizdir.
Beklediğimiz gerçek ile yaşanılan gerçek arasındaki payın derinliği ve uzaklığı kadar yaşadığımız üzüntü orantılıdır.
Örneğin bir kişiye dair kafamızda oluşturduğumuz şablona (ya da gerçeğe) o kişinin uymaması veya halel getirmesi gibi. Bir kişiye ne zaman güvenmeyiz?
Gerçeği yansıtmadığında, kendisini olduğundan farklı yansıttığında, düpedüz yalan söylediğinde ve aslında kendisiyle ile ilgi gerçeklerin sadece bir kısmını yansıttığında. Uzak durmayı seçtiğiniz kişileri gözden geçirin, belirlediğiniz gerçeğe ya ters davranmıştır ya da kendisiyle ilgili gerçekleri yansıtmakta çelişkili davranmıştır.
Kendimize yakın tuttuğumuz ilişkilerin temeli sadece kişinin güvenilir olması da bir yanılsama olacaktır. Ben senin (geçici ya da nihai) hedef(ler)ine yakın bir basamak olabilirim gerçeğini hissettirdiğin ölçüde karşıdakinin ilgisini cezbedebiliyorsun. (Çekimserliği koyduğumuz yerden tekrar hatırlayalım)
Bütün ilişkilerimizin temelinde, gerçeklik algısıyla oluşan güven ve karşılıklı olarak gerçeklerin iç içe geçmiş olması hususu üzerine düşünüp irdelemeye değer. İnsan gerçekle yüzyüze yaşayabilir mi? Bir toplum gerçeklerle yönetilebilinir mi? Gayemiz ve günlük ilişkilerimizin temeli neden büyük oranda algı yönetimine endeksli?
Hakikati kendimizden ya da ulaşmak istediğimiz hedeften üstün tutarsak, kendimizi gerçekleştirmiş oluruz. Aristo misali, Eflatun’u sevip hakikati daha çok sevdiğimizde biz üstün olacağız. Bu düşünce biçimini benimsediğimiz ölçüde güvenilir insan olur ve üstün ahlâka ulaşma yolculuğunda bir adım atmış oluruz.
NOT:Dostlar. Editör yazımın bazı kısımlarının anlaşılamayacağını ifade etti. Böyle kalmasını istedim. Anlaşılsaydı insan zaten, yazma ihtiyacı hissetmezdi. Ayrıca, herkes tarafından anlaşılmak gibi bir derdi olmamalı insanın. Herkes tarafından sevilmek gibi de. Zamanla keşfettigim bir duyguyla kapatmak isterim: Umursamamak büyük özgürlüktür, tavsiye ederim!
Sizi anlamayan, hedef alan ve keşke böyle düşünmese dediğiniz o insanların size dair oluşturdukları veya oluşturmak istedikleri gerçek ile kendi dünyalarındaki ve çevrelerine empoze etmeye çalıştıkları gerçekler kadar yalan 🙂