Söyleşi serimize bu sayıda, Sevgili Ayhan Tonca ile yaptığımız keyifli sohbetle devam ediyoruz. Herkesin bu ülkeye ve bu topluma katkı sunduğuna inanıyoruz. Ancak bazıları, ailesini bile ihmal ederek bu katkıyı zirvelere taşımaktan geri durmuyorlar. İşte onlardan biri Ayhan Tonca. Gençlik döneminde başladığı bu maratonu hâlen sürdürmekte. Hollandalı Türk toplumunun kurmuş olduğu hemen hemen bütün ortak oluşumlarda onun adına rastlıyoruz. HTİKDF, Belediye Meclis Üyeliği, IOT, CMO, İbn-i Haldun, gibi kuruluşlarda en üst düzeyde görev alan Tonca, verdiği hizmetin bir gün karşılık bulacağına inanıyor. Samimi, hizmet sevdalısı, ehliyetli, idealist, münevver bir insanla hoş bir muhabbet gerçekleştirdik. Onun anlatacağı çok şey vardı, biz sizinle ancak bu kadarını paylaşabiliyoruz.
Ayhan Tonca kimdir?
5 çocuklu bir ailenin en büyük çocuğu olarak 1964 yılında Karaman’da dünyaya gelmişim. 1970 yılında aile birleşimi çerçevesinde Hollanda’ya göç ettik. Üniversiteye kadar olan tahsil hayatımı Hollanda’da tamamladım. HTİKDF, IOT, CMO gibi çatı kuruluşlarında başkanlık görevlerinde bulundum. İbn-i Haldun İslam Ortaokulunda müdürlük ve Yönetim Kurul Başkanlığı yaptım. Uzun bir dönem siyasetin içerisinde bulundum. Şimdilerde, Zwolle’da Hilâl adlı İslam İlkokulunda müdür olarak görev yapıyorum. Evli ve iki kız çocuğu babasıyım.
Ailenizin Hollanda’ya göç serüveni nasıl ve ne zaman başlamış?
Babam asker dönüşü Karaman şehir merkezine bir terzi dükkânı açar. 1964 yılında Karaman’da şehir merkezinde bir yangın çıkar ve babamın terzi dükkânı da olmak üzere pek çok işyeri yanar. O zamanlar Avrupa’ya göçün başladığı yıllar. İş ve İşçi Bulma Kurumu Avrupa’ya gitmek istedikleri durumda işyerleri yananlara öncelik tanır ve bu amaçla kaydolurlar. Müracaatları kabul olur ve düşerler Hollanda’nın yoluna. Ben henüz bir haftalıkken babam Apeldoorn’a gelir. Klasik göçmen hikâyesi… Birkaç yıl derken, aradan 6 yıl geçer ve hâlen dönemez. Annem bu noktada tavrını kor ve ‘ya gitmeyeceksin ya da bizleri de götüreceksin’ der. Babam da 1970 yılında annem ve rahmetli kardeşimle birlikte bizi yanına aldırdı. 6 yaşındaydık ve ilkokul, ortaokul, lise ve üniversite tahsilimi burada yaptım. O zamanlar sınıfta tek Türk biziz. Bizi şaşkınlıkla izliyorlar. Türkiye, Türkler ve Müslümanlar hakkında bilgi edinmek için bizi dinlemeye çalışıyorlar. Aslında sonradan yapacağımız çalışmalara o günkü vazifemiz âdeta bir zemin hazırlamış. Bir köprü vazifesi gibi işlevimiz vardı; bizim insanımızla Hollandalılar arasında.
• Tasavvuf Müziği’nden çok hoşlanırım. Diğer yabancı ve yerli müzikleri de dinlerim.
• Sinema filmleri ve belgeselleri seyrederim.
• İnsanî ve ahlâkî değerleri önemserim.
• İnsanda dürüstlüğü ve olduğu gibi görünen ve göründüğü gibi olanı ararım.
• İftira ve yalandan kaçınırım.
• Ailemle birlikte olmaktan mutlu olurum.
• Haksızlık beni üzer.
• Hayatımın merkezinde Kur’an ve Sünnet var.
• Rol model olarak genel anlamda Martin Luther King, “I have a dream”. Hollanda’da hizmet anlamında İbrahim Görmez ve Emin Ateş, Osman Bahadır (Federasyonda beraber bulunduğum büyüklerim) Tarihimizde ve dinimizde tabii çok daha örnek alacağımız insanlar ve büyük âlimler var, bunların yeri ise apayrıdır…
Üniversite’de hangi bölümden mezun oldunuz?
Utrecht Üniversitesi’nde iki yıl astronomi/uzay bilimleri okudum. Yıldızlara bakmayı severdim, ama Hollanda’da yıldız görünmediği için bizim bu alana yoğunlaşmamızın bir lüzumu da yoktur diyerek, yönümüzü, Türkçe-Arapça-Farsça bölümün çevirdik. O bölümden mezun oldum.
Aslında akademik bir kariyer istiyordum. 2002 yılında okulu bitirdim ve Ortadoğu Dilleriyle ilgili tez hazırlamak istiyordum. Bunu da zamanın ilgili kişisine iletmiştim. Ben bir Türk olarak, Türkçemi, kültürümü, tarihimi Hollandalı hocalardan öğrendim. Bunun böyle olmayacağına, bunları çocuklarımıza benim veya bizim vermemiz gerektiğine inandığım için böyle bir karara varmıştım. 2003 yılında askerlik görevi için Türkiye’deyim. Üniversitedeki hocam aramış, araştırma tezimi vermem gerektiğini söylemiş. Ben el yazısıyla 5 sayfalık bir taslak yazıp yolladım. Yolladım diyorum, amma bayağı zorlanarak yolladım.
Buraya geldiğimde, doğal olarak benim seçilmediğimi öğrendim. Allah’a sürekli ‘hakkımızda hayırlı ise nasip et’ diye yakarırım. Demek ki nasip değilmiş. Ardından, Overijssel Eyaletinde proje müdürü olarak çalışmaya başladım.
İlk STK hizmetiniz nasıl başladı?
Kaldığımız şehri ‘taşra’ olarak nitelerlerdi arkadaşlar. Ben memnundum, havasından, suyundan, doğasından. Apeldoorn Camii Gençlik teşkilatında görev alarak başladık bu yolculuğa. Daha sonra cami yönetimi, ardından federasyon derken arkası geldi. Sevgili İbrahim Görmez abi, 80’li yılların ortalarında bize Federasyonun Gençlik Teşkilatı Başkanlığı görevini verdi.
1988 yılında da, Türkler için danışma Kurulu(IOT) ile tanıştım. Onlar da Gençlik Komisyonu oluşturmak için arayış içerisindeydiler. O yıl, IOT bünyesinde Hollanda’da ülkesel Gençlik Teşkilatını kurduk. Ondan sonra Hollanda Türk İslam Kültür Dernekleri Federasyonu Başkanlığı, IOT, CMO, İbn-i Haldun’da müdürlük derken bugünlere geldik.
Arkadaşların teveccühü ile bu kurumlarda yöneticilik yaptık. Yöneticilikten ziyade burada yaşayan insanlarımıza dinî, millî, sosyal ve kültürel hizmet sunmanın gayreti içerisinde olduk. Tek gayemiz buydu.
İbrahim abi bizim o günkü heyecanımızı, hizmet etme sevdamızı görünce bana aynen şunları söyledi: “Ayhancığım sen bu konuda çok heveslisin, heyecanlısın, Allah hep böyle sürdürsün ancak dikkat et, bu bir bulaşıcı hastalıktır, bu yolda devam edersen çocuklarının büyüdüğünü göremeyeceksin” Ben o sözleri hayretle karşılamıştım ama İbrahim abi haklıymış, biz çocuklarımızın büyüdüklerini göremedik. Ama asla pişman değilim. Ailede bizim bu anlamda yolumuz açılmış olmasaydı, bize destek verilmeseydi, biz bunların binde birini dahi yapamazdık. Onlar da bizim bu yolda Allah rızası için olduğumuzu bildikleri için önümüzü hep açtılar. Onların haklarını ödememiz mümkün değil. Bu hakkı onlara teslim etmemiz gerek.
Bu birikim ve tecrübeleriniz ışığında yeni kuşağa neler tavsiye edersiniz?
İdealist insanların olduğu kadar bir idealimizin ve vizyonumuzun olması gerek. Ben vizyonumuzu belirledim: “Lider olacağız ve 50 yıl sonra bu ülkenin başbakanı Müslüman Tük asıllı biri olacak.” Bu ideali gerçekleştirmek için gerekli çalışmayı yapmalıyız. Her alanda birey ve toplumsal olarak üzerimize ne görev ve sorumluluk düşüyorsa yerine getirmek zorundayız. Herkes için bir ucundan tutarsa ben önümüze koyduğumuz hedefe ulaşacağımıza inanıyorum. Bunu bize tarihimiz şanlı örnekleriyle gösteriyor. Biz bunu başarabilecek gücü ve inancı taşıyan bir toplumuz. Bu vizyona inanalım yeter. Kolay olmayacak elbette ama olacak… toplumumuzun her bireyi önüne 50 yıl sonrasının hedef ve vizyonunu koyarak “ben 50 yıl sonra bu ülkenin lideriyim” diyebilmelidir. Bu hedef ve vizyon etrafına birleşilirse, adımlar sağlam atılır, başarıya daha çabuk ulaşılır. Ben şimdi 4 yaşındaki çocuğun önüne bu vizyonu bu hedefi korsam, bu ideal ile büyüyen o çocuk 50 yıl sonra bu ülkeye başbakan olacaktır. Bu hedefe koşarken de “Ben” demeyi bırakacağız ve “Biz” diyerek yola çıkacağız.
Hollanda’nın bu noktada bize karşı tavrı nasıl olur?
Biz bu çalışmaları yürütürken Hollanda bize sürekli “siz çift aidiyetlisiniz” diye bizi sindirmeye, kenara çekilmeye, durdurmaya, çalışmalarımızı sekteye uğratmaya çalışacaktır. Buna aldırış etmenden yolumuza devam etmeliyiz. Nasıl ki şuan Yahudiler Hollanda toplumunun yüzde yüz bir parçası sayılırken, İsrail hayranlığını dillendiriyor ve orayla olan ilişkilerini sürekli yeniliyorlar ve desteklerini artırarak devam ettiriyorlar ve onlara bu anlamda bir şeyler denmiyorsa, bizlerde aynı şekilde buranın bir parçası olarak Türkiye sevdamızı yüreklerimizde taşıyarak yolumuza devam edebiliriz. Ancak, Türkiye siyasetini güdüp, oranın konjonktürünü burada yaşatmaya çalışırsak, o zaman Hollanda bizi ‘Ankara’nın uzun eli, Türkiye’nin paralel yapısı’ diye suçlayacaktır.
Siyasetle olan münasebetinizin kesilişi ile son ihraçları bağdaştırmak mümkün mü?
Sözde Ermeni Soykırımını kabul etmediğimiz gerekçesiyle milletvekili olmamız engellenmiş ve ‘Ankara’nın uzun eli’ olarak yaftalamıştık. Oysa benim savunduklarım Ankara’nın değil kendi düşüncelerimdi. Ben olayların nasıl olduğunu bildiğim için öyle bir tavır koymuştum.
Selçuk ve Tunahan’la alakalı yaşananlar da aynı şeyler. ‘Kurumların araştırmasına Ankara karşı çıkmış da, Hollanda’daki milletvekilleri de Ankara’nın söylemleriyle hareket ediyormuş da’ gibi ucuz siyaset tartışmalarıyla bu sefer de bu arkadaşlar kurban edildi. Hollanda’ya bunu söyletmeden önümüzdeki 50 yılı tamamlarsak, lider olacağımıza inanıyorum. Bu toplumun ayrılmaz bir parçası olarak bu topluma katkı sunarak, haklarımızı, sorumluluk ve yükümlülüklerimizi bilerek hareket etmeliyiz. O zaman bu toplum sana hak ettiği değeri verecek ve belki de seni lider diye seçecektir.
Dinî cemaatlerin dağınıklığı bizim geleceğimizi ne denli etkiliyor?
Bu bizim çok büyük bir eksiliğimiz ve aslında o lider konumuna gelebilmemiz için en acil olarak çözülmesi gereken bir sorunumuzdur. Çok acil olarak, saygın, sözü dinlenilir, ciddiye alınan, bilimsel araştırmalar yapabilen, insanları bu alanda eğitebilen dinî bir üst kurum ve enstitümüz olmalıdır. CMO ile ortaklaşa bu alanda bir uğraşımız oldu ama maalesef tamamına erdiremedik. 2006 yılında bütün cemaatler bir araya gelerek, ‘Hollanda’da İslamî eğitim verecek müesseslerimizi kurmalıyız’ diye ortak bir karar aldık ve bir deklarasyon yayımladık. Ancak yürütülemedi. Önce bu müesseseleri ayakta tutacak bilim adamlarının yetişmesi ve o kurumların kendine has bir müfredatı olmalıydı. Bu yapı oluştuktan sonra da, o kişiler o müfredatla hem imam yetiştirecekler hem de gençleri dinî bakımdan donanımlı hâle getireceklerdi. Bu müesseseyi oluşturmuş olsaydık, İslam bugün bu şekilde tartışılmıyor olacaktı. Hatta bu ülkenin bir parçası hâline gelecekti. Bu acilen yapılmalıdır. İslamofobi zirveye tırmanıyor. Hollandalılar, İslam’ı Doğu’dan gelen gerici bir düşünce olarak görüyor. Bu önyargıları bitirmek ancak bu yolla olur ve bu müessesenin de da biran önce kurulması için çaba sarf etmeliyiz. Batı’da bu ilim müesseselerini oluşturmamız lazım.
Ayrı bir siyasî oluşumla mı, yoksa kendi partimizi kurarak mı siyasî arenada yer almalıyız? Nasıl bir formül düşünürsünüz?
1980 yılından beri insanlarımız Hollanda’daki siyasî partilerle ilişki içerisindeler. Bizim orada oluşumuz, bu partilerin bütün söylemlerini kabul ettiğimiz anlamına gelmez. İnsanlarımıza hizmet etme alanlarından biridir siyaset, bir çoğumuz da hizmet için bu yolu seçmişizdir. Herkesi bir parti altında toplamak mümkün değil. Her düşünceden insanımız var. Türkiye’de sağcı bir partinin üyesi olan burada sol bir hareketi destekleyebiliyor. Bu geçiş döneminde azınlıkların kurdukları partiye de ihtiyaç var. SGP gibi mesela. Parlamentoda iki sandalyesi var, iktidar olma gibi bir iddiası yok ancak, kendi öz kimliğini, dinî ve dünya görüşlerini açıkça ifade etmesi onların en büyük kazancıdır. Mevcut partiler içerisinde hiçbirimiz bunu yapamadık, yapamayız. Mevcut siyasî partiler içerisinde olalım ancak o partinin yönetimlerinde yer almadıkça hiçbir etkimiz olamaz. Bir parti işçilerin haklarını savunurken, diğeri işverenleri savunuyor. Sen bu iki partiden birinde yer aldığında, hedef kitlenden birini ötekileştirmiş oluyorsun.
Bir örnek vereyim: Ben dört yıl CDA’nın Bilimsel Araştırma Enstitüsünde görev yaptım. Orada yapılan araştırma sonuçları bazen partinin programı hâline gelebiliyor. Eğer biz oralarda bulunarak bir maddenin değişmesini sağlarsak, kendi adayımızın olmasına bile gerek yok, parti zaten programına aldığı için bizim hakkımızı savunacaktır. Vitrinde insanımızın olması da o konunun gündeme taşınması için önemli bir etken olacaktır. Aday olanların dışında bizim kaçta kaçımız partilere üyeyiz ki? Çok azımız.
Apeldoorn’dan örnek vereyim… 400 kadar üyemiz var Kongrelere 50-60 kişi katılıyor ve bunlar parti programını, listeyi ve adayları belirliyorlar. Yani 60 kişi Apeldoorn adına konuşuyor ve kentin yönetimini belirliyor. Eğer ben o 60 kişinin içerisinde güçlü bir şekilde yer alırsam şunu parti programına yazdırabilirim: “İslamofobia’ya karşı ciddi ve somut adımlar atılmalıdır” Bunu yazdırdıktan sonra da hangi aday gelirse gelsin o programı uygulayacaktır. Yani bizim sıkıntımız burada. Partilerin bir seçim tüzüğü bir de genel teamüller var; seçilenler bunlara uymak zorundalar. Onu kabul ederek partiye giriyorlar. Eğer mevcut siyasî partilerde hizmet etmek istiyorsak, o partilerin yönetiminde güçlü bir şeklide yer almalıyız. Yok eğer kendimiz bu ülkeye ve insanlarına hizmet için farklı bir oluşum içerisindeysek, bunun da hakkını vererek yapmalıyız.
Önümüzdeki 50 yıla nasıl bakıyorsunuz?
Bulunduğumuz yerlerde lider olacaksak bizleri 50 yıl sonrasına taşıyacak bir vizyonumuz olmalı. Kendi partimizi kurmalıyız, buna ihtiyaç var. Sadece bir kesimin sesini duyurmak, hakkını savunmak için değil herkesi kucaklayan bir parti programıyla kamuoyunun önüne çıkmalıyız. Ben bu ülkenin yönetimine ve başbakanlığına talipsem, bu anlayışla yola çıkılmalı ve genele hitap eden bir oluşumu başlatmalıyız. Bunu çok da iyi yaparız. Bizim geçmişten gelen öyle bir medeniyet ve liderlik kültürümüz de var.
Hollanda medyasının bir algı operasyonu başlattığını düşünüyor musunuz?
Medya çok büyük bir güç. Hollanda insanı bu güç tarafından yönetiliyor. Bizim bu alana yatırım yapmamız gerek. Kendi imkânlarıyla bu işi yürüten birkaç dergi ve gazete dışında sesimizi duyuracak çok güçlü bir medya organımız yok. Medya organlarında çalışan, yazan, çizen insanımız da yok denecek kadar az. Medya, bütün bu gelişmeleri önyargıyla ve şişirerek kamuoyuna sunuyor; bu da algı operasyonuna yol açıyor. 11 Eylül sonrasında pek çok medya kurumu bizi dinlemek istedi. Konuştuğumuzda da, ‘Yahu sen olumlu konuşuyorsun, bize radikal söylemi olan birini bulabilir misin?’ diye serzenişte ve istekte bulunanlar oldu. Bu alanda güçlü olmamız lazım. Gençlerimizi medya alanında okumaları, eğitim almaları ve meslek sahibi olmaları için yönlendirmeliyiz. Bir şeyler değiştirecekseka bu alanı iyi kullanmalı ve güç birliği oluşturmalıyız. Hollanda medyası her ne kadar bağımsız olduğunu ilan etse de, belli bir zihniyetin tarafıdır. Buna, bunca zaman yürüttüğüm görevler çerçevesinde çok yakinen şahitlik ettim. Sizin hangi zorluklarla mücadele ederek halkımıza hizmet ettiğinizi ve toplumun sesini ilgili yerlere duyurduğunuzu biliyorum. Öte yandan milyonluk bütçeye, donanımlı elemanlara sahip oldukları hâlde suskun kalanları; başında oldukları kurumları yanlış yönetenleri de görüyor, üzülüyor ve kızıyorum.
Sizi etkileyen, unutamadığınız anılarınız var mı?
Kabe’yi ilk gördüğüm anı hiç unutamıyorum. Çocuklarımın doğumu ayrı bir duygu. Hayatımın en zor anı da kardeşimin genç yaşta vefatı idi…
Siyasette olup olmamak önemli değil ama partinin bizi yok yere harcamasının ardından toplumumuzun sahiplenmemesi beni üzen bir başka olaydı. Kaldı ki, toplumumuzun diline tercüman olmuştum ben o zaman. O birlik ve beraberliği gösteremedik, asgari müştereklerde buluşamadık maalesef.
Hayat size neler öğretti?
Her gece başımı yastığa rahatça koyabiliyorsam, her sabah kalktığımda aynaya bakabiliyorsam, benim için önemli olan odur. Kimsenin kalbini kırmamanın, kul hakkına tecavüz etmemenin gerekliliğini öğrendim. Dinimizin ve Peygamber Efendimizin çizdiği doğru yolda yürümenin bize kazandırdığı sayısız nimetlere şükretmenin önemini öğrendim. Geriye dönüş mümkün olsaydı, çocuklarıma biraz daha fazla vakit ayırırdım diye düşünüyorum.
50 yılı burada bitiren insanlarımızı nasıl bir gelecek bekliyor?
50 yılımızı burada doldurduk. Burada doğduk, burada büyüdük. Türkiye ve Hollanda arası ikilemden kurtulmamız gerekiyor. Geri dönemeyeceğimize göre hem bedenen hem de ruhen rahat edebileceğimiz bir yeri seçemediğimiz için sürekli bocalama içerisinde olduk. Bundan dolayı, kendi öz değerlerimizden taviz vermeden bu ülkeyi artık yurt edinmemiz ve kendimize ait bir kimlik edinmemiz gerekir.
Her ne kadar yıllardır süren bir ekonomik kriz varsa da, bunun yansımaları olumsuz olsa da, ırkçılık, iş pazarındaki ayrımcılık artsa da yönümüzü bu tarafa çevirmemiz gerekir. Zira bunların gelip geçici olduğuna inanıyorum. Türkiye’nin de gelişmekte olduğunu gören insanımız orada bir yaşam inşa edebileceğinin planını yapmakta. Göçler sancılı olur. Bunun da sona ereceğine inanıyorum. Biz kendimize yeni bir kimlik belirleyerek buraları yurt edinme gayreti içerisinde olmalıyız. Ecdadımız nereye defnedilmişse biz oraları yurt ve anavatan bellemişiz. Canın ve kanın toprağa karışmadır anavatanı kutsal hâle getiren. Bizler de eğer buraya defnedilme işini başarırsak, burayı yurt edinmeye başlarız. Bizim Türkiye ile olan o güçlü bağımızın kaynağı da o topraklarda yatan annelerimiz, babalarımız ve diğer canlarımızdandır. Bir asır sonra Avrupalı Müslümanlar olarak bizim torunlarımız, “dedelerimiz Orta Asya’dan Anadolu’ya, Anadolu’dan da Hollanda’ya gelerek buraları yurt edinmişlerdir” diyeceklerdir.
Biz şimdiden geleceğe dönük çalışmalar, yatırımlar yaparak onların buralarda kendi kimlik ve öz değerlerine sahip çıkarak yaşayacakları ortamı inşa etmemiz gerek.
RÖPORTAJ: ZEYNEL ABİDİN KILIÇ