RÖPORTAJ: ZEYNEL ABİDİN KILIÇ
Son üç sayıdır gazetemizde, yarım asrı içerisinde tükettiğimiz Hollanda’nın birikimleriyle bu ülkenin gidişatını konuşuyoruz. Bu sayıda projektörümüzü iş dünyasının önemli simalarından biri olan İlhan Döne’ye çevirdik. Yaptığı işi bilerek yapan, donanımlı, fedakâr, hizmet sevdalısı, mütevazi, aydın, samimi bir kişiliğe sahip İlhan Döne. Bu haline rağmen o hep geri planda kalarak, ama hizmette öncü görevler yüklenerek görev aldığı kurumlara ve bu topluma katkı yapmaya devam ediyor. TUR-NED B.V. sahibi ve HOTİAD Başkan Yardımcısı olan İlhan Döne ile yaptığımız söyleşide pek çok konuyu değerlendirdik. Sohbetimizden keyif alacağınıza ve hayli istifade edeceğinize inanıyorum…
TUR-NED B.V. sahibi İlhan Döne:
“Ticaretteki en büyük sermeyeniz, güvenilir ve itibarlı olmanızdır”
“Evlatlarımız insan olmada, bizden bir adım ileride değillerse, ziyandayız”
İlhan Döne’yi kısaca tanıyabilir miyiz, yolunuz Hollanda’yla nasıl kesişti?
44 yaşındayım. 20 yaşında Hollanda’ya geldim. 2000 yılından itibaren TUR-NED toptancı firmasının sahibi olarak ticari hayatın içerisindeyim. Evli ve 5 çocuk babasıyım.
Lise tahsilinden sonra 20’li yaşlarda geldiğim bu ülkede kalmayı düşünmüyordum. Belli bir süre sonra Türkiye’ye dönmek istiyordum ama yaşadığımız gelişmeler bizi buraya bağladı. Türkiye’de yarı kalan tahsil hayatımızı Hollanda’da sürdürebilmek için lisan eğitimi gerekiyordu. Delft’te dil kursuyla başlayan tahsilimiz, tamamlayamadığımız mimarlık eğitimiyle devam etti. 92-96 yılları arasında Rotterdam’da HBO seviyesinde eğitim veren HR&O (Hogeschool Rotterdam & Omstreken)’da, P&A (Personeel en Arbeid) bölümünde eğitimimizi tamamladık.
Okulun üçüncü sınıfındayken 95 yılında stajyer olarak çalışmaya başladım. Aynı yıl evlenince, okulu da bitirince, çalıştığım firmada kaldım ve Mehmet Akbulut abi de TUR-NED’den ayrılma kararı alınca, ticareti kucağımızda bulmuş olduk.
Hayat oradan sonra sizi şekillendirmeye başlıyor. Okulu bitirmeniz, aile kurmanız, ticari hayatta bir sorumluluk almanız sizin geleceğe dönük düşüncelerinize farklı bir yol çizebiliyor. 99 yılına kadar bir emanetçi olarak ya da çalışanı olarak götürdüğümüz TUR-NED’e o yıl ortak olduk. Ticaret bulaşıcı bir hastalık gibi, yapıştı mı yakanıza bırakmıyor. Belli biz zaman sonra yapabileceğiniz başka bir iş de kalmıyor. Ticaret, omzunuza büyük bir sorumluluk yüklüyor ama bunun yanında da bağımsız ve her şeyi sizin belirliyor olmanız size yeni ufuklar açıyor ve rahatlatıyor.
Şerif Aktürk abinin deyimiyle, insan ticarette belli bir dönem iaşesini, geçimini temin edecek bir miktarın peşinde koşuştur. Ondan sonra o durumu aşar ve yaptığı işi iyi yapmayı ve başarılı olmayı hedefler hâle gelir. Bundan bir sonraki aşamada da ‘en iyi’ olma hedefini koyuyor insan önüne.
Yani siz, yaptığınız işi geride kalanlara bırakmak istediğinizde onu en iyi noktada bırakmayı hedefliyorsunuz. Bu noktaya geldiğinizde de, iaşe temin etme, başarılı olma motivasyonuna çıkıyor ‘en iyi’ olma konumuna geliyorsunuz. Bu durumu biz kendi içimizde, kendi kültürümüzde, kendi inancımızda olduğu şekliyle de tartışmamız, müzakere ve tefekkür etmek lazım.
Neyi müzakere neyi tefekkür etmeliyiz, iki kültür arasındaki ticaret anlayışını mı?
Hayır. Müslüman neden sermaye sahibi olur? 1000 euro’ya geçiniyorsak niye 5000 euro’m var; varsa, Müslümanın bunu nasıl idare etmesi lazım? Çünkü elinizdeki 4000 euro size ait değil; siz zaten 1000 euro ile geçinebiliyorsunuz. Hatta çok olduğu zaman onu yiyemiyorsunuz bile. Yine sevdiğimiz bir dostumuzun geçenlerde çok büyük bir ticari yatırımı oldu. Ama kendisinde aynı zamanlarda bir şeker hastalığı nüksetti. Yani elindeki sermaye onu ömrünün sonuna kadar refah içerisinde yaşatamaya yeterdi. Peki, neydi bu arkadaşımızın derdi?
Günlük yarım ekmeği ancak yiyebilen insandaki bu hırs, bu azim neyle açıklanmalı?
Bu insanın doğasında, yapısında var. Hiçbirimiz, ticarette, siyasette, sosyal hayatta kendimize yetecek kadar bir hedefle hayatı bırakmıyoruz. Bunu bir hırs olarak değil de, ticaretteki üçüncü aşamanın gereğini yerine getirmeye çalışıyorlar ve yaptığı işte ‘en iyi’ olmanın telaşındalar, diye açıklamak daha doğru olur diye düşünüyorum. Elbette “insanın gözünü ancak toprak doyurur” nebevi buyruğunun da doğruluğuna inanıyorum. Asıl hedef, sorumluluk aldığımız bütün alanlarda yaptığımız işi iyi yapmak ve gelecek kuşağa da onların övünebilecekleri bir şekilde bırakmak olmalıdır.
Hayatımın büyük bir bölümü köyde geçtiği için o hayatın insan üzerindeki müspet etkilerinin yakın şahidiyim. Köyde insanlar, sadece kendi ailesinin bireyi değil, o köyün çocuğudur. Herkes size kendi mahallesinin çocuğu gibi bakar.
Bu manada söylenmiş çok güzel bir Afrika atasözü var: “Bir adamın yetişmesi için bir köye ihtiyaç vardır.” Bu sözde ben kendimi buldum. Köy sakinlerinden Osman amcamız vardı, “ağaca çıkmayın düşersiniz, terli su içmeyin hastalanırsınız, yalan ve kötü söz konuşmayın günahtır, edepli, ahlaklı, büyüklerinize karşı saygılı olun” diye bizleri hep ikaz ederdi.
Şimdi bırakın komşu çocuğunuza bu denli bir sözleri söylemeyi neredeyse kendi çocuğunuza bile söyleyemiyorsunuz. Bireyselleşmiş bir anlayış ve yapı etrafımızı sarmış, hüküm sürüyor.
Yine dedemin bir nasihati hâlâ kulaklarımda. Derdi ki rahmetli, “Bak oğlum! Hollanda’yı bütün zenginlikleriyle beraber sana verseler, eğer senin evlatların insan olmada, Müslüman olmada, Mü’min olmada, toplumsal hayattaki başarıda senden bir adım ileride değillerse, hepsi boştur.”
Şu verilen hedef ve ölçünün muazzam ve muhteşemliğini görebiliyor musunuz…
Ben bu ticaret hacmini üç-beş misline çıkarabilirim. Ama eğer neslimi öteliyorsam, bizden her alanda daha üstün olmaları için gayret sarf etmiyorsam; dedemin gösterdiği hedef doğrultusunda yetiştirmek için vakit ayırmıyorsam, hepsi boştur. Bu nedenle, ailenizle, işinizle ve toplumsal çevrenizle olan alakanızı dengeli bir şeklide sürdürmek zorundasınız. Bu emeğinizin, bu yoğrulmanızın ve bu ilişkilerinizin size dönen bir karşılığı olacaktır mutlaka.
Eğer kendi bilgi, birikim, imkân ve gücümüz nispetinde hem ailemize, hem ticaretimize hem de çevremize iyi insan olma noktasında bir nebze bir katkı sunabiliyorsak, ne mutlu bizlere. Zira hayatı anlamlı hâle getiren önemli olgulardan biri de budur.
Krizle yaşamaya vatandaş olarak bizler alıştık, ya sizler?
Yaptığımız işten, işin şeklinden şikâyetimiz yok, hamd olsun. Ama hayatın her alanında olduğu gibi ticarette de ekşi, tuzlu, acı zamanlar oluyor. Bu sıkıntıların da geçeceğine inanıyorum. Bu bazen bizden, bazen çalıştığınız insanlardan, bazen pazardan, piyasadan, şartalar ayak uyduramamaktan kaynaklanabiliyor. Buna rağmen şükrediyoruz.
Başarınızın sırrını neyle açıklarsınız?
Buradan evimize gittiğimizde huzurluysak, başımızı yastığa koyduğumuzda vicdanen rahat olarak uyuyabiliyorsak ne mutlu bize. Bence asıl başarı budur.
22 yıldır çalıştığımız firmalarla, markalarla, elemanlarla hiçbir sorun yaşamadık. Ticaretteki en büyük sermayeniz, güven ve itibarınızdır. Bazen çok paranız ‘geçer akçe’ olmuyor. Ticarette sizi hedefe taşıyan asıl şey, güvenilir olmanız ve itibarınızdır. Bütün ilişkilerimizde ve görevimiz icabı alışverişimizde adil olmayı ve dürüstlüğü ilke edindik. Güven ve itibarımızı en büyük sermayemiz olarak tutmaya devam ediyoruz. Bizi mutlu eden bir diğer tarafı ise bu şirket sayesinde 40-50 kişinin ekmek yemesidir. Ve en önemlisi kimseye karşı boynumuz bükük değil. Bugüne kadar ‘bu adam ticareti düzgün yapmıyor’ diyen bir kişi çıkmadı, hamd olsun. Bir başarı söz konusuysa, bu düsturlara riayet ettiğimizdendir.
50 yıllık göç sürecini nasıl değerlendiriyorsunuz, olmamız gerektiğimiz yerde miyiz?
Bütüncül bir yaklaşım bizi sağlıklı bir sonuca ulaştırmaz. Birinci kuşağa farklı bakmamız lazım. İlk gelenler daha iyi bir yaşam standardına kavuşmak için göç ettiler. Biz hâlâ birinci kuşağın sermayesi ve onların bize bıraktığı miras ile geçiniyoruz. Onların bizim geleceğimize dönük attığı sağlam temeller bizim şu anki rahatlığımızın sebebidir. Kendimize ait bazı değerleri yaşayabiliyor ve muhafazasını yapabiliyorsak, birinci kuşağın bu noktada attığı sağlam temellerin sayesinde olduğunu düşünüyorum. Planlasak belki burada olmayabilirdik. Bunu bir kader anlayışı içerisinde değerlendirmemiz lazım.
Yani senle benim bu toplum için katma değerimiz neyse, bizim toplumun edeceği değer de odur. Sen bu topluma bir şey katıyorsan ve bir şey ifade ediyorsan, o oranda geleceğe dönük bir beklenti içerisinde olmalısın. Toplum olarak 50 yıl sonra geldiğimiz nokta hususunda olumlu ya da olumsuz manada bir şey söylemek istemiyorum. Eğer kendinizi iyi ifade etmiş, bilgi ve birikiminiz iyi kullanmışsanız burada oluşumuz bir avantajdır. Kullanmadığınız zaman da dezavantajları olabilir.
Kendisine ait olan şeylerin bir ‘değer’ olduğunu bilen bir birinci nesil vardı bence. Dünyanın küçük bir köy hâle geldiği bir dönemde yaşıyoruz. Aylarca mektup yolu gözleyen birinci nesilden, Türkiye’nin en ücra köyündeki akrabanla görüntülü olarak anından görüşen bir kuşağa uzanan bu yolculuğun, bu düsturlar ışığında avantaja dönüşeceğine inanıyorum.
İlk gelenler bir Araf’taydılar. Ne buraya aittiler ne de Türkiye’ye. Ne burayı ne de Türkiye’yi yaşayabiliyorlardı. Göçmenliği üzerlerinden atamamışlardı; gurbetteydiler, gurbetçiydiler. Onlar, ikinci göç dalgası olan 80’li yıllar kadar bizlere çok büyük bir miras bıraktılar. 80 sonrasında bir olumsuzluk söz konusuysa bunun suçlusu ne ilk gelenler, ne Hollanda ne de Türkiye’dir; suçlu, o tarihten sonra gelenlerdir. Bize burada kalmaya, yaşamaya imkân tanındı, ortam sağlandı; biz bunun gereğini yerine getirmekle mükelleftik.
Türkiye bu süreçte bizi yalnız mı bıraktı, sahiplenmedi mi?
Türkiye zaten kendi derdiyle uğraşıyordu, dışarıdaki insanlarının sorunlarıyla ilgilenmesi mümkün değildi. Hollanda göçten tam 20 yıl sonra azınlıklar/göçmenler politikasını belirlemeye başlamış. Türkiye’de sanıyorum 97 yılında Dış Türklerden sorumlu bir bakanlık oluşturmuştu.
Ankara Antlaşması’nın sağladığı bazı haklar haricinde burada kurumsallaşan öz örgütler sayesinde var olan sorunlara ışık tutulmuş, ihtiyaçlar giderilmiş, problemlere çözümler üretilmiştir. Örgütlenmek, bir araya gelmek ve birlikte hareket etmek bile başlı başına büyük bir başarıdır, olaydır. Bu da, 80 sonrası göçün ortaya koyduğu güzel bir tablodur.
Hollanda’da hemen hemen bütün renk, düşünce ve anlayıştan insanların örgütlenme ve herhangi bir cemaate, büyük gruba ait olma altyapıları var. Bu ne Türkiye’nin teşviki ne de Hollanda’nın isteği ile olmuştur. Bu kurumlar, buradaki insanlar buna ihtiyaç duydukları için oluşmuştur. Türkiye’den geldiği damar ya da dünya görüşü onların bir çatı altında toplanmasına sebep olmuştur. Birlikte hareket etme kültürünü biraz daha genişletebilirsek, çok daha iyi yerlerde olabiliriz.
50 yıl sonra bile hâlen Türkiye ile yatıp kalkmak nasıl açıklanabilir?
Devletlerin, kendi halklarının tabağına bir şeyler koyacağına inanmıyorum. Böyle bir şey olsa bile bu da geçicidir. Biz kendi mutfağımızı kullanma ve yemeğimizi kendimiz yapacak duruma gelmeliyiz. Türkiye’den gelmiş olmanın bize kimlik ve kültür anlamında bir katkısı var ama bedenen buradayken ruhen Türkiye’yi yaşamanın doğru olduğuna inanmıyorum. Buradayken burayı yaşamalıyız. Bunda da bir sakınca görmüyorum. Kendi kimliğimizle, kültür, inanç ve anlayışımızla burada yaşayamayacağımıza dair bir durum yok. Hatta buranın imkânlarının yeri geldiğinde Türkiye’den daha iyi ve geniş olduğu kanaatindeyim.
Mesela, önceki başbakanlardan Balkenende Capelle’de otuyordu. Ben de orada oturuyor olsam, benim çocuğum da başbakanın çocuğu ile aynı okula gidiyor olacaktı. Yani bir sınıf farklılığı ve eğitimdeki fırsat eşitsizliği yaşanmayacaktı. Bir göçmenin çocuğu üst düzey bir bürokratın çocuğu ile okulda aynı sırayı paylaşıyor ama aynı şeyi Türkiye için söylemek mümkün değil. Orada gittiğiniz okul sizin sosyal statünüzü de belirliyor.
Sıkıntılarımız, sorunlarımız yok değil, elbette var ama bardağın dolu tarafına bakmak lazım. Ben hayata iyimser bakmaya çalışırım. Bu sorunlar Türkiye’de olsak da yaşanacak ve hatta yaşanmakta.
Oğlum seneye ortaokula başlayacak. İngilizceye yatkın, ilgili ve hevesli. Onun bu hâlini görünce, ‘bak oğlum, senden bu alanda çok şey bekliyorum. Kendi kimliğimiz, inancımız ve düşüncemizle alakalı İngilizceye çevrilmiş özgün eserlerde seni görmek istiyorum’ dedim. Neden? Kendimizi başkalarına anlatmanın, yolu, diğer dillerde kendi kimliğimizi, inanç ve düşüncemizi sunmaktan geçiyor.
Yeni girişimcilere tavsiyelerinizi alabilir miyiz?
Girişimci sayısının artmasını ben, kendi insanımıza yönelik iş yapmaktan kaynaklandığını düşünüyorum. Gencimiz hukuk bitirmiş, birkaç sene bir büroda çalışıyor ve ardından kendi hukuk bürosunu kuruyor. Müşterilerine bakıyoruz, yine kendi insanımız. Bir kere bu gençlerimiz buranın eğitimini almanın, dilini bilmenin avantajını iyi kullanmalı. Sadece iyi bir eğitim almak yetmez. Sosyal yeteneklerini de geliştirmeleri gerek. Sizi diğerlerinden ayrıştıracak katma değerinizi ortaya koymanız gerek. ‘Küçük olsun benim olsun’ anlayışıyla hareket etmemeliyiz. Var olan büyük bir yapıda kendiniz büyütmek bazen daha avantajlı olabilir.
İki genç iş başvurusu yapsa. Biri okulu tam puanla, diğeri ortayla bitirmiş olsa. Eğer okulu bitirenin iş tecrübesi varsa, sosyal ilişkisi güçlüyse onu tercih ederim. Diğeri telefona bakmaya, koltuktan kalmaya korkuyor.
İmkân varsa girişim olur, yoksa bu alana yatırım yapılmamalı. Kişi önce kendini keşfetmeli ve kendindeki uzmanlık alanını ön plana çıkartıp diğerlerinden ayrıldığını ortaya koymalıdır. Her ekonomi öğrencisi firmaların ekonomi bölüm başkanı olmayabilir. Ama pazarlamanın öyle bir yerinde görev alır ki, o edindiği yer firmayı alıp götüren bölüm olabilir. Günümüzde artık herkes diplomalı. Bu nedenle kişi kendindeki özelliğini keşfederek öne çıkarmasını ve hayata atılmasını bilmelidir.
Türkiye’deki son gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz?
Hayata bakış açımızı özetlemeye çalıştım. Hayatın merkezinde biz varız, onun bir halka ötesinde ailemiz var, onun biraz ötesinde iş arkadaşlarımız, dernek arkadaşlarımız var. Bu halkayı daha da genişletebiliriz. Önceliklerimizi belirleyerek adım atarsak, yürüdüğümüz yolu başarıyla tamamlarız.
Türkiye’deki gelişmeleri de bu halkaların çok dışında olarak değerlendirmek gerek. Bizi doğrudan ilgilendiren bir durum değil aslında. Biz, birinci derecede göstermemiz gereken vakit ayrımını, itina ve ihtimamı tam tersinden kullanıyoruz. Hayatımızın nasıl olacağına dair harcayacağımız vaktin daha iyi kullanması lazım. Elbette tamamen kayıtsız ve duyarsız kalmam beklenemez. Bu işin militanlığını ve taraftarlığını yapanlarla karşılaştığınızda birinden yana olmaya zorlanıyorsunuz.
Benim temel prensibim, yaklaşımım şudur: Siyaset yapanlarla bilmem ne cemaatinin birinci dairesi, önceliği şu an geldikleri noktadır. Onlar adına konuşurken, bir diğeriyle olan insani hukukumuzu zedelemeyen bir ton kullanmamız lazım.
Birinci ölçü bu. İşyerimize farklı düşünceye sahip onlarca insan geliyor. Eskiden beri tanıştığımız insanlar arasına bu kullanılan dil nedeniyle uçurumlar kazılıyor. Biz bu manada kullandığımız dilin seviyesine dikkat etmeliyiz. Başkasının eteğine takılıp gitmeyeceğiz. Kavga hâlinde olanlar yarın bir şekilde bir araya geldiklerinde bizim birbirimizin yüzüne bakacak yüzümüz olmalı. Kapıları kapatmamalı, karşımdakine, ‘keşke bu sözü kullanmasaydım’ diyecek duruma gelmememiz lazım. Olaylara böyle yaklaşırsak iyi bir başlangıç yapmış oluruz. Allah ayetinde, “Bir kavme olan kininiz sizi adaletsizliğe sevk etmesin” buyuruyor. A tarafını göklere çıkarırken B tarafını yerlere gömmek bizim işimiz olmamalı. Yine Allah sık sık “Akıl etmez misiniz, düşünmez misiniz?” diye bu gibi durumlarda aklımızı devreye sokmamızı istiyor.
Ben A partisinin sözcüsü değilim, B cemaatinin de temsilcisi değilim, bu nedenle konuştuğumuz dile dikkat edeceğiz. Birbirimizle olan hukukumuzu başkalarının yaptıkları ya da yapmadıkları şeyler nedeniyle bozmamamız lazım. Bu, iki tarafı idare etmek anlamında anlaşılmamalı, doğruya doğru yanlışa yanlış dememiz ve tavrımızı ortaya koymamız gerekir.
İlhan Döne nasıl bir aile reisidir?
Aile reisi olarak ailede son sözü ben söylerim. Ailede patron benim. Hanım, her şeyi bitirir ve ‘tamam mı?’ diye sorar biz de son söz olarak ‘tamam’ derim. Yani, hanım ne derse o olur. Bu işin esprisi ama kadınlar sadece çocuk değil toplumu doğurur. Aile içerisindeki kadının eli çok mühimdir.
Ben büyük bir aileden geliyorum. Bizi anne ve babamız büyütmedi, dedelerimiz, ninelerimiz, teyze ve dayılarımız büyüttü. Bizim çocuklar büyük aile içerisinde yaşama şansına ve öyle bir imkâna sahip değiller. 5 çocuğumuzu da eşim büyüttü. Biz de bu kurulu düzen içerisinde hanıma yardımcı olmaya çalışıyoruz. Çocuklarımla vakit geçirmeyi önemsiyorum. İşim haricindeki zamanlarımı evimde geçirmeye ve ailemle ilgilenmeye çalışıyorum. Hayat tecrübemizi onlarla paylaşmak hayatı anlamlı kılıyor.
Büyük kızım henüz 7-8 yaşlarındaydı. Bir gün okuldan geldi ve ‘baba ben Hollandalı olmak istiyorum’ dedi. Sebebini sordum, bana ‘Onlar 4 buçuk gün okula gidiyor, ben camiyle ve Türkçe dersleriyle birlikte 7 gün gidiyorum, bu haksızlık değil mi, Hollandalı olsam daha rahat ederim’ diye çok ilginç bir şey söyledi. Ben de ona neden Türkçe öğrenmesi gerektiğini onun anlayacağı dille anlatmaya çalıştım. Dil ile birlikte bir kültürü, bir inancı, bir tarihi öğreneceğini ve bu yolla kendisini ancak ifade edebileceğini aktarmaya çalıştım.
Kısacası hanımın komutanlığında aile reisliğini -bu minval üzere- sürdürmeye çalışıyoruz.
Bu tespit ve analizler ışığında nasıl bir gelecek bekliyor bizi? Kehanet değil, öngörülerinizi duymak isterim…
Kimlik, kültür ve inanç noktasında bize ait değerlerin bizi şekillendirdiği müddetçe iyi ve istediğimiz yerlerde olacağımıza inanıyorum. Olumsuzluklar elbette var. Hayat zaten bu anlamda bir imtihan. İnsan olarak, becerebildiğinin, öğrendiğinin, yaşadığının üzerine zerre miktar müspet bir şey koyabiliyorsan, geleceğe umutla bakabilirsin. Asıl olan ‘gök kubbede hoş bir seda bırakmak’ değil mi. Ve o nida da, o seda da sizin bir katkınız varsa ne mutlu size.
Ben size kendi yaşadığım sorunları da anlatabilirdim. Ama onlar da bu hayatın bir gerçeği. Bardağın dolu tarafını görmek lazım. Bizi hayatta tutabilecek pozitif ve artı değerlerin var olduğunu düşünüyorum. Bu değerlere sarılarak hayata tutunabiliriz. Hem kendimizi katma değer sunma motivasyonuna çıkarabiliriz hem de bu topluma o anlamda bir katma değer sunabiliriz. Ha, ne kadar olur bu? ‘İlhan ne kadar adamsa o kadar olur’. Bence hayatın anlamı da odur.
Karşımdakinin kusurlarını görürken, aynayla yüzleşebiliyor muyum, kendi kusurlarımı da görebiliyor muyum?
Çocuklarımızın bizlerden bir adım önde olması için çaba sarf etmeliyiz. Bir irade ortaya koymak, mücadele etmek lazım, gerisi bizim işimiz değil. Bu uğraşı vermeliyiz. Sonucundan sorumlu da değiliz. Ben bu manada hayli iyimserim ve gelecekten ümitliyim.