İnsanın doğasında var, bilinmek ister, ilgi gösterilmek, sevilmek ister. Tanınmış olmak, parmakla gösterilmek hep cazip olagelmiştir. Yaptığı işler karşılığında bunu hakediyorsa insan, zaten doğal bir sonucudur, tanınmış bilinmiş olmak. Nam-ı diğer meşhur olmak.
Medya ve günümüz teknolojisinin sunduğu imkan ve kolaylıklar insan hayatına girdikçe, insanlarda bu istek daha dayanılmaz bir hal alıyor. Bilhassa sosyal medyanın gündelik hayatımızın bir parçası olması sürecinde bu içimizdeki ‘meşhur olma’ isteğine kendimizi kaptırdık. Sosyal medya ve teknoloji bu isteği fiile dönüştürmek için bireylere sayısız imkanlar bahşetti. Eskiden özel bir yeteneği olan, bir konuda derinlemesine çok iyi olan, belli bir liderlik vasfını bünyesinde barındıran ya da dünyadaki olayların ve akımların değişmesinde rol alan insanlar meşhur olurdu. Bu elbette anlaşılır bir durum. Ancak teknoloji geliştikçe ‘meşhuriyet cazibesi’ bu bahsettiğim vasıfları bünyesinde barındırmasa bile çoğu insanın iştahını kabarttı. Andy Warhol der ki “In the future everyone will be world-famous for fifteen minutes” yani “Bir gün herkes 15 dakikalığına dünyaca meşhur olacak”.
Öncelikle bir bilinme, tanınma isteğiydi. Sonra meşhur olmak modasal bir durum haline geldi. Bu ‘meşhuriyet cazibesi’ sonra bazı insanlarda açlık hissi gibi dayanılmaz bir hal almaya başladı. İştah kabardıkça kabardı ve bu dayanılmaz cazibe ucu bucağı olmayan “meşhuriyet fetişizmi” haline geldi. Yani bir tür meşhur-olma azgınlığı. O zaman tarihe not düştüler: “Eyy meşhuriyet ne zalimsin!”.
Sosyal medya ‘meşhuriyet fetişizmi’ni daha çok tetikledi. Eskiden medyada boy boy görünmek isteyen insanlara, klasik medya azcık uyanıp frene dokununca, bu fetişistlerin imdadına sosyal medya yetişti. Artık insanın önünde onu, başkalarının imkanları ve fırsatlarıyla engelleyen sınırlamalar da yok. O yüzden klasik medyada yüz bulamasa bile, bu meşhuriyet fetişistleri her fırsatı kullanıp, bazen bilgisayar ekranlarımızdan, bazen her an el altında tuttuğumuz akıllı-telefonumuzun minik ekranından geçip gidiyor. Bana rastlamadı diyenlerdenseniz kendinizi şanslı hissedebilirsiniz. Bu yazıyı bırakıp etrafınızda bu tür şahsiyetleri görüp görmediğinizi bir daha düşünün derim. Biz bunların bazılarını klasik medyadan tanıyoruz. Çekilen 100 fotoğrafın 100’ünde de olma isteği mevcut bu gürühta. Sosyal medyanın, bilhassa Facebook gibi programların bir yan etkisi de, takip eden insanlar açısından bir kıskançlık ve hasetlik oluşturmasıymış. Bu da işin cabası. Ama iş bununla da kalmıyor.
DEZENFORMASYON
Bu yetmiyor. Bir de işin dezenformasyon boyutu var. Bilhassa sosyal medyanın gün-be-gün hayatımıza sirayet etmesiyle, onsuz yapamayacağımız hissi oluşuyor. Sabah bakıyoruz ekrandan akan bilgilere, öğlen bakıyoruz, akşam bakıyoruz. Geceleri aç bir ‘pac-man’ gibi bize sunulan ve bilgi diye yutturulan iletileri bünyemize, zihnimize almaya devam ediyoruz. Bazen uykudan uyanıyoruz, biz uyurken dünyada neler değişmiş onu merak ediyoruz. Ertesi gün bir bakıyoruz, dün bize zerkedilen bilgilerin çoğu yalan-talan-dolan. Olsun diyoruz, olsunlarımız çoğalıyor ve aynı açlıkla; sunulan dezenformatif bilgilerin tekrar alıcısı olarak buluyoruz kendimizi. Zihinlerimizi rahatsızlık veren şeylerle doldurmaktan kaçınamıyoruz. Bu da yetmiyor, kaybettiklerimize eklediğimiz koleksiyonumuz gittikçe şişmeye devam ediyor.
KAYBOLAN İÇTENLİKLERİMİZ
Artık insanlığımız ve iyilikseverliğimiz samimiyetini kaybeden boyutlara ulaşıyor. Son yıllarda samimiyetimizi kaybettiğimizi rahatlıkla görebilirsiniz; bunun için araştırmacı uzman olmaya gerek yok. Sık sık çıktığımız sosyal hayatımızda, farklı proğramlarda, resepsiyonlarda, insanlarla etkileşim içinde bulunduğunuz ortamları düşünün. Yüze gülmek ve karşıdakine samimi olmayı ötelemek bir profesyonellik gereği olarak algılanıyor. Hoşlanmadığınız, sevmediğiniz insanla aynı masaya oturuyorsunuz ve onu idare ediyor durumuna düşmek pahasına kendinize kıyıyorsunuz. Yokluğunda sarfettiğiniz sözleri, tam tersine çevirip varlığında bir iltifat malzemesi olarak kullanıyorsunuz. İkiyüzlü davranmayı bilmek bir şiar halini alıyor. Vay halimize ki vay vay!
… VE TEFEKKÜR EYY!
Buna bir çıkış yolu bulmak gerek.
Çıkış yolu çok uzaklarda zannediyoruz.
Muhtemeldir ki çıkış yolu yanı başımızda.
En yakınımızda.
Ama bakmayı, görmeyi bilmiyoruz herhalde.
Tefekkür etmiyoruz…