“Hiçbir şey insan kadar yükselemez ve onun kadar alçalamaz” (Friedrich Hölderlin)
Oylarımıza kıyalım ve kullanalım…
Cihat Baban, milletvekilliği seçimlerinin yapıldığı bir gün, Son Saat Gazetesi Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü Necdet Baytok’a rastlayınca sormuş:
“Ne yaptın, oyunu attın mı?
“Hayır” diye gülümsemiş Necdet Baytok, “Kıyamadım”
Bence şimdi, oylarımıza kıyma, kullanma vaktidir; niye mi?
Sırf bu afişe tepki için sandığa gidilmelidir!
“Rotterdam’da Hollandaca konuşuruz” yazılı seçim afişleri ile popülist seçmenlere mesaj vermeye, ırkçılık belasını toplumun başına sarmaya çalışan koalisyon ortağı Liberal VVD, yüreğinde barındırdığı özgürlük sevdasının büyüklüğünü ve halkçı tavrının boyutlarını gözler önüne serdi.
AB’ye katılım sürecinin ‘olmazsa olmazları’ olarak Türkiye’ye dayatılan ‘azınlık dillerine özgürlük’ şartı, bu afişle, Batı’nın ikinci yüzünü de bize bir kez daha göstermiş oldu. Ey Batı! Sizin bu yüzünüz bize çok tanıdık geliyor nedense?! En son Suriye’deki yüzünüzle hatırlıyoruz sizi…
Arap Hazanı…
“Müslümanlar hiç bu kadar aşağılanmadılar, ülkeleri bundan önce hiç bu kadar vahşice perişan edilmedi” “Kılıçlar savaş ateşini körüklerken insanın kullanabileceği en kötü silah gözyaşı dökmektir.” Kadı Ebu Said el-Herevi, 1000 yıl önce Suriye’de yaşananları bu cümlelerle haykırıyordu.
1000 yıl önce, içerisine atılan fitne ateşini bağrında köze çeviren Suriye, o közün nârıyla gizliden gizliye yandı durdu. Ta ki, o nârın üzeri fitne soluğu ile yeniden üfleninceye dek.
100 yıl önce cetvelle belirledikleri Ortadoğu’yu yeniden şekillendirmek gerekiyordu. Bunun için o tarihlerde kurdukları ülkeciklerin başına getirdikleri kukla idarecilerle işbirliği yapmak istediler. Onlar “hayır, artık halkımızı satamayız!” deyince, akla hayale gelmedik oyunlarla, hile ve desiselerle o kukla yöneticileri halkın nazarında düşürmek için “kurtarıcı” rolüne büründüler.
Önce Irak’ı kurtardılar(!) ve Irak, kurtuluşunun bedelini 3 milyon insanının kanıyla, canıyla ödedi. Afganistan ödedi, Filistin, Keşmir, Mısır ve şimdilerde acı ve kanlı bir şekilde Suriye ödüyor. Bu masum ve mazlum halklar için hiçbir şey yapamamanın ıstırabı ve çaresizliği ile en az onlar kadar içim acıyor, yüreğim kanıyor. Sırada Türkiye’m var. Orada da şu günlerde aynı senaryonun provaları yapılıyor…
Takiye düştü kel göründü…
İnsanları oldukları gibi kabul edip onların yanında olmakla, onların yanlışlıklarını bilmek ve o hâlleriyle kabul edip, onların tarafında olmak çok ayrı şeylerdir.
Biz yıllardır birilerinin ‘hem kel hem fodul’ olduğunu; kusurlarına aldırmadan övündüklerini, yeteneksiz olduğu hâlde üstünlük tasladıklarını âdeta haykırdık durduk.
‘Takke düşüp kel görünmedi’, kellik zaten vardı ve biliniyordu. Aslında bunu anlamak için bunca zaman kaybına da gerek yoktu. Birileri ‘kel’ olduklarını her fırsatta, her ortamda, her söylem ve eylemde dile getiriyorlardı, ama kör bir taassup, onların bu halinin görülmesini engelliyordu. Birilerinin gizlediklerini bulmak için müneccim olmaya da gerek yoktu. Az biraz basiret, az biraz ferasetle bakmak yetecekti…
Ülkeyi uçuruma götüren bu kirli tezgah ve çıkar kavgasında, halk olarak bizden “taraf” olmamız isteniyor. Bu iki tarafın yanında yer almamak için binlerce sebep sayabiliriz. Kör bir taassupla hareket edip, öbüründen az biraz doğru olanın tarafını seçmeyiz. Çıkar için bir yanlışı diğer yanlışa tercih etmeyiz. Birinin keyfi için diğerine küfretmeyiz.
Dün de, bugün de toplum olarak, hep bir ‘taraf’ olmaya zorlandık. 80 öncesi sağ-sol arasında seçim yapmaya itilen insanlarımız, taraf oldukları iki kanadın da mağduru oldular. Hatta taraf olmayanların, kendilerini kurtarmak için “ne sağcı ne solcuyuz, ortadan giden yolcuyuz” demeleri bile işe yaramadı, ortadan gittikleri ve trafiği aksattıkları gerekçesiyle onlar da dayaktan ve işkenceden nasibini aldılar.
Demek ki bazen, -bu dünyada bile- bilinçsizce ya da konjonktür gereği yapılan tercihlerin bedeli de ağır olarak ödenmekte; bu tür tarafgirlikler pek işe yaramamakta.
”Sevdiğini ölçülü sev, belki bir gün düşmanın olabilir. Kızdığına da ölçülü kız, belki bir gün dostun olabilir.” buyuran Kutlu Elçi, şu anki durumumuzu ne güzelde özetliyor. Haşa, taparcasına sevilenlerin eteklerindeki taşların dökülüşüyle, sevenlerin nasıl bir şoka girdiğine, sükûtu hayale uğradığına ve bütün ezberlerinin bozulduğuna şahitlik ediyoruz.
Bu kavgada taraf olmaya zorlanan milyonların arasındaki uçurum gittikçe derinleşiyor. Hele bazı kalemşorların kaleminden âdeta kan damlıyor, savaş çığırtkanlığı yapıyorlar. Dışarıdan aldıkları talimatla ülkeyi batırma, halkları çatıştırma çabalarını iğrenerek izliyoruz.
Kendi liderini koruma ve kurtarma adına çamur atanlar, çamura yatanlar, takla atıp amuda kalkanlar… vıcık vıcık yağ damlatanlar… Manzara tek kelimeyle, iğrenç…
“Ey iman edenler! Bir topluma olan kininiz, sakın ha sizi adaletsizliğe itmesin. Âdil olun.” ayetinin, çıkarlar uğruna ötelendiğine üzülerek şahitlik etmekteyiz.
Hükûmete vurma adına devletin bağrına hançer saplanıyor.
Muhalefet partileri ‘mal bulmuş mağribi’ gibi olayın üzerine gözü kapalı atladı. Bu durumdan vazife çıkarmaya çalışmaktalar. Böyle vatanseverlik olmaz. Ülke yanıyor; kimi, elinde körükle, kimi de benzinle ateşe koşuşturuyor. Böyle siyaset olmaz, böyle muhalefet olmaz, böyle yurtseverlik olmaz. Böyle hizmet olmaz, olamaz!..
Gün, birlik olma vaktidir, beraber hareket etme anıdır… Bırakın kısır siyasî kavganızı, menfaat çatışmanızı; gün, el ele vererek sorunları çözme vaktidir. Ülke insanı o kadar bölündü ki, bir fitne ateşi de siz yakıp, birkaç parçaya da siz bölmeyin. Birbirinizin yüzüne bakamayacağınız sözleri söylemeyin.
Aynı gemide olduğumuzu unutmayın. Bu kavgaların gemiye vereceği zararı hesap edin. Onun su alması, alabora olması, karaya oturması hepimize zarar verecektir. Ya gemiden inin, ya binin, ya da yolcu olmanın görev ve sorumluluğunu yerine getirin.
Zira bu, kaptanı bitirme değil, gemiyi batırma operasyonudur.