Geçen yıl, 2019’da Hollanda’da hem İl Genel Meclisi üyeleri ve senato hem Avrupa Parlamentosu Milletvekili seçimleri yapıldı.
Her iki seçim sürecinde yapılan kampanyalarda demokrasi, aktif vatandaşlık, yöneticilerin yönetenleri temsil etmedikleri tartışmaya açıldı. Bunun yanısıra ana akım siyasi partilerin aktüel sorunlara, mülteciler-iklim değişikleri- mesken sorunu, yaşlı ve gençlik bakımı gibi konulara verilecek cevaplarının olmadığı da gündeme geldi.
Hatta, aşırı sağ ve popülist yeni siyasi akımlar biraz daha ileri giderek, Avrupa’yı yönetenlerin milli devlet ve kültürü yok ettikleri, küresel güçlere teslim olduklarını propaganda ettiler. Karar alıcıların, halka yabacılaştığını ve ülke idaresinin tekrar halkın kendisine verileceği vaadleriyle popülist partiler oylarını arttırdılar.
Seçim süreçlerinde yaşanan bu ayrışma, parlamenter ve liberal temsili demokrasinin adeta bir kriz yaşadığını ve tabiri caizse demokrasinin tamir edilmesi yorumlarının dillendirilmesini beraberinde getirdi.
Bu tartışmalar bize, hiç şüphesiz demokrasinin geleceğinin aktif ve etkin vatandaşlıkta yattığını göstermektedir. Devamla, demokrasi ve hukuk devletinin sürekli beslenmesini de hatırlatmaktadır. Elbette mahallede, köyde, şehirde ve tüm ülkede yaşayan bütün vatandaşların etkin olarak yötetime katılması beklenemez.
Ancak, demokrasi ve hukuk devletinin devamı ve canlı tutulması için katılım ve sorumluluk şarttır. Bu katılım, sadece seçimlerde yüzde 55’lik oranda oy kullanmakla sınırlı olmamalıdır. Yıl boyunca, çok farklı sebeplerle siyasi ve toplumsal katılım, sürdürülebilir bir hal almalıdır.
Aktif vatandaşlık meselesinde, aynayı kendimize tutarsak, maalesef içinde yaşadığımız ülkelerde siyasi katılım ve sorumluluğumuzun arzu edilen ve hak edilen ölçüde olmadığı görülür. Öyle ki, on, onbeş ve dahi yirmi yıl öncesine göre Hollanda’da siyasi konumumuz daha hareketli ve etkin olduğu söylenebilir. Ülkenin her yerinde, her seçimde, her siyasi partide birbiriyle adeta yarışan Türk kökenli adayların yönetimlere talip olmalarını hatırlamamız gerekir.
O yıllarda Türkler, topyekün, Hollanda’nın yönetimine katkıda bulunmak için büyük heyecan duymaktaydılar.
Heyecan sadece Türklerle sınırlı değildi elbette. Hollanda siyasi parti temsilcileri, liderler, bakanlar, belediye başkanları ve diğer kurumlar da Türklerin siyasette aktif olmalarından heyecan duyuyorlardı.
Yer yer, sohbetlerimizde ve yorumlarımızda o yılların İçişleri Bakanı Hans Dijkstal’ın, Başbakanı Ruud Lubbers’ın, Kültür Bakanı Hedy D’Ancona’nın ve diğer yöneticilerin Türklerin faaliyetlerine, cami açılışlarına, kongrelerine, hafta sonu eğitim programlarına katıldıklarını söylüyoruz.
Şimdi, bunların yerinde maalasef yeller esiyor.
Hatta, eskiden Hollandalı kurum ve kuruluşlarla birlikte yaptığımız faaliyetlerde de bir durgunluk var. Ayrıca, Hollanda kurumlarının faaliyetlerine katılımımızda da hem bireysel hem kurumsal olarak düşüş yaşanıyor. Sanki, geçmişe göre daha içe dönük bir çalışma yapar hale geldik. Hollanda Türk toplumu adeta kapalı bir toplum görüntüsü veriyor.
Bu durumun oluşmasında, Hollanda’da yaşanan toplumsal ve siyasi değişim ve giderek artan katı tutum, elbette rol oynamıştır. Ayrıca, küresel gelişmeler, Avrupa-Türkiye ilişkileri, Ortadoğu’da yaşananlar, mülteci krizi de bu değişimi etkilemiştir. Bütün bunlar, bizim dışımızda cereyan eden gelişmelerdir. Bundan sonra da olacaktır. İnsanlık tarihi bu tür gelişmelere şahitlik etmiştir.
Eski Hollanda’yı geri getirmek mümkün değildir. Dün, dünde kaldı. O zaman, yeni şartlarda yeni ilişki ve iletişim biçimleri ortaya koymak zorundayız. Bunun ilk şartı, etkin, aktif ve sorumlu vatandaş olmaktır. Evimizde oturup, camimizde namazımızı kılıp, kendi aramızdaki faaliyetlere katılıp, sadece Türkçe medyayı takip edip, hareket alanımızı sınırlamakla ne karar alıcıları etkileyebiliriz ne de kendimizi ve ait olduğumuz kültürü anlatabiliriz.
Demokrasinin geleceği nasıl aktif vatandaşlığa bağlı ise, bizim de Hollanda’da geleceğimiz aktif, etkin ve sorumluluk bilincinde olanların sayısının artmasına bağlıdır.