Annemin yanında, hastahane odasındayım. Tek yataklı, küçük bir oda. Yatağın sağ tarafında komodin ve aynı zamanda yemek masası, sol tarafta da koltuk ve sandalye var. Koltuğun olduğu taraf bir bastan bir başa pencere. Görüş alanı oldukca geniş olan pencerenin büyüklüğü, aynı zamanda odaya ferah bir hava veriyor. Annem uykuya daldığında soluğu pencere arkasında alıyor, rengarenk şehrin ışıklarına, alçaklı-yüksekli evlerin oluşturduğu manzaraya bakıyor , bir yandan da kahvemi yodumluyorum.
Kim bilir hastahane odasında kaldığım sürece, kaç kez baktım bu manzaraya? Gördüğüm sadece evlerin yüzü, dış görünüşü. Ruhuna dokunamadan, suretinde kaliyorum. Bize görünenin arkasında, göremediğimiz veya anlamaktan kaçtığımız hangi saklı derinlik ve sessizce akan bir hayat nehri var acaba?..
Bilgisayarların program ikonları vardır ya hani, gözümüze görünür görünmez bize içeriklerini vaad eden, kendine has biçimi, rengi olan ikonlar. Mesela klasör ikonu, içerisinde bir şeyler sakladığını söyler. Chrome ya da Eksplorer gibi tarayıcı programları da, çift tıkladığımızda arkalarında yeni bir aleme dalar, süprizler bulur, ikonun “ruhuna” girebiliriz.
Evler de böyle! Çift tıklamaya çağırıyor bizi. Şayet bunu başarabilirsek, içlerinde sıcacık hikayeler okuyacak, hayat nehrine dalacağız. Oda köşelerinde kedi mırıltıları duyacak, pencere önlerinde, kelebek gibi kanat çırpan umutlar göreceğiz. Perdelerin gölgelediği loşluklarda, hüzünlü dua fısıltıları duyacağız. Ocak başında, bir ömür özlem olacak ekmek kokusu bulacağız. Yüzlerce şiirin kalbinde akan acılı bir eda ile tanışacağız. Türküleri yakan, sazın tellerini titreten hasretlerin ocağına varacağız. Ama duymayı, görmeyi, anlamayı istersek!.. Yeterse yüreğimiz yüzleşmeye, tanışmayı göze alabilirsek, gönlümüzde bir köse ayırmaya değer bulursak bu manzaraya bakıp gecemeyiz. Bir ömür burada kalmaya değer. Öyle ki başka bir yer aramayız . Memnuniyetle vatan ediniriz. Ruhumuzu yerleştirebiliriz buraya. Kovulmayacağımızı biliriz.
Şimdi izninizle yukarda yazdigim cümleyi düzelteyim. “Kim bilir kaç kez baktım?..” demiştim ya, ayıp ettiğimi itiraf ediyorum. “Kaç kez” demek vurdum duymazlık ve küstahça. Oysa “hayat” bir kezdir ve asla bakıp geçemeyiz. Orada, hep orada kalırız..
Geçip gitmelere göre değildir kalbimiz. Öyle değil mi?
Küstüm
Çocukken bir şeylere kızdığımda odaya kapanır, divanın altına falan girer, yanıma gelene yabani yabani bağırırdım. Babaannem ve annem:“Noldu buna? Geldi gene keçileri” derlerdi. Öyle inatlaşırdım ki, “okuyun şunu” diye talimat verirdi dedem. Yazık kadıncağız beni divan altından falan okumaya çalışırdı. “Okumaaaa okumaaaa” diye tepişirdim. “Okunmak da istemiyo bak, hakkat gelmiş keçileri” der, ısrarla yüzüme yüzüme üflerdi…
Çocuk değilim artık ama ne var ki, benim keçiler de ara ara gelmeye devam ediyor. Şu an o keçili dönemdeyim. İnsanların sivri dilleri, yorumları, bilmiş tavırları, kötücül ifadeleri, kendi değerleriyle yargılayan bencillikleri, düşüncesiz konuşmaları yoruyor beni. Bir süre kabuğuma çekiliyorum. Sonra diyorum ki: “Etrafındaki onca iyi insanlara ayıp ediyorsun, bir kaç kendini bilmez yüzünden.” “Bu tür insanlarla görüşmeme, hayatımdan çıkarma kararı alıyım” dememle kendime kızmam bir oluyor. “Anlamıyorsun! Bana söyledikleri değil, bu tür insanlarin varlıkları ve bu kadar rahat, bu kadar fütursuzca kötülüklerini gösterebiliyor oluşları üzüyor beni.” Aklıma dedemin bir nasihatı geliyor.
Okullar tatil olunca köye dedemlere gitmiştik. Dedem, bahçesinden kaldırdığı mahsulü, koca bir yılın ağırlığını satmak için köy meydanına giderken yanında beni ve ablamı da götürmüştü . Neredeyse bütün köylü oradaydı. Hem sohbet ediyorlar, hem de sıranın kendilerine gelmesini bekliyorlardı. Sıra dedeme geldiğinde, mahsül dolu çuvalı tartmak için kantara koymuş ve topuzuna bakıyordu. Sonrasında da alıcının: “Hasan Efendi, gözün aydın bu yıl mahsulün bereketliymiş” demesi, gelecek yılın motivasyon tohumunu atmış ve dedemin yüzünü güldürmüştü… Köylüler aralarında biraz daha sohbet ettikten sonra yavaş yavaş dağılmaya başlamışlardı. Eve dönüş yolunda dedemin sesinde ki neşeli ton biraz ciddileşmiş, dinlenme bahanesiyle duraksayarak bize dönüp: “Siz siz olun, mecliste ve sohbetiniz de kantarın topuzunu kaçırmayın, kaçırandan da uzak durun” diyerek nasihat etmişti… Ahh dedecim, tamam bir süre en azından keçilerim gidene kadar o kişilerden uzak kalmaya çalışıyım ama onlar var, duruyorlar orda. Başkalarını üzmeye, yormaya devam ediyorlar, edecekler de. Sanıyorlar ki demirdensin. Oysa gönül bir sırça köşk, attığın taş kırıyor. Ayrıca demirden olsan ne yazar? Onun da çıkarttığı ses yorar. Yani şu an resmen divanın altındayım. Kim ne derse ikna olamıyorum. Böyle hallerde anneme (dedem ve babannem mekanınız cennet olsun) “beni okusana” diyesim geliyor ama şu an onu da istemiyorum. Küstüm galiba, öyle bir şey işte.
Bu tür insanları kalp affetse bile akıl almıyor. Çünkü dışlarıyla içleri, yaptıklarıyla söyledikleri bir değil. Bedenleri ile ruhları senkronize olmayınca kalpleri , niyetleri pür olmuyor. Ne güzel demiş Mevlâna: “Testide ne varsa dışa o sızar.” Eninde sonunda dışlarına sızdırdıkları da yapılan insanlığa, sunulan sevgiye minnet değil.
Hayat çarkı, deli bir ritim tutturmuş gidiyor ve bizim ona hükmedemediğimizi biliyorum. Ama hükmedebileceğimiz bir şey var, o da DİLİMİZ!
Duymaya ihtiyacımız olan iyi, güzel sözler söyleyebiliriz birbirimize. Yalanlar, üfürükler, pempe baloncuklar veya konuşmakla, yaşarmak arasına sıkışmış sözler değil. Samimi, iyi niyetli, saygılı sözcüklerden bahsediyorum. Yürek okşayan, omuz veren, cesaret aşılayan, hayata geri getiren sözcükler…
Zira hayata anlam katan başka bi şey yok, dilden başka.
Eskiden insanlar kullanacakları kelimeleri kuyumcu titizliğiyle seçerler, aşırı hassas davranırlarmış. Mesela “ışığı yak, ışığı söndür” demezlermiş. Yakmak ve söndürmek kelimeleri yangını çağrıştıracağı için “ışığı uyandır, ışığı dinlendir” derlermiş. Bugünkü insanlar da, dünküler gibi söz söyleme konusunda daha titiz, daha dikkatli olsalar kazancımız öyle büyük olur ki…
Hepimiz farklı farklı olsak da, birlikte koro gibi harika sesler çıkarabiliriz. Koroya dahil olmak istiyorsan, ınsanlık notasını bileceksin arkadaş!’ Bilmeyen de aradan çıksın, öğrenip de gelsin.
Çok güzel bir öykü, beyninize, yüreğinize sağlık.