(Ama önce Türkiye’yi yasa boğan Özgecan olayı)
Sevgili Genel Yayın Müdürü’müz İbrahim Karaman, HABER’in bu ayki manşetiyle bağdaşacak bir yorum istemişti. İstenilen yorumu yazacağım. Ama önce tüm Türkiye’yi ve özellikle de Mersin’i yasa boğan Özgecan vahşetine değinmek istiyorum.
Haberi, Mersin’e gitmek için Amsterdam’dan gelip, İstanbul’dan Adana’ya uçacağım cumartesi günü Atatürk Havalimanı’nda beklerken gazetede görmüştüm. Gazetenin birinci sayfasında, üniversitede okuyan yeğenim Başak’a tıpa tıp benzeyen bir fotoğraf ve hemen yanında da ‘Mersin’de üniversiteli kız öldürüldü’ başlığını görünce şoke olmuştum. Haberin başını okuyunca öldürülen kızın yeğenim Başak olmadığını anlayınca bir ‘oh’ çekmiştim. Öldürülen kızın Başak değil ama Özgecan olduğunu anlayınca, bu kez Özgecan’ın anne, baba, aile efradı ve sevdiklerinin acısı doldu içime. Çok duygulandım. Aynı akşam Mersin’e gelince, dostlarımdan, Özgecan’ın bizim mahallenin kızı olduğunu öğrendim. Yaşamının baharında olan bir genç kızı çirkin ve vahşi emeline alet edemeyen bir caninin, o kızın canına kıymasına ve sonra da delil yok etmek için cesedini yaktığına isyan eden tüm Mersinliler’in ruh hallerini anlamak zor değil tabii…
Mersin İdmanyurd’u takımı Rize’de sahaya Özgecan fotoğraflı formalarıyla çıktı.
Bu cinayetten sonra Mersin Türkiye’nin gündemine oturmuştu. Kadın hakları savunucuları, sivil toplum kuruluşları ayağa kalkmışlardı. Pazar günü oynanan Rize-Mersin ve Beşiktaş-Bursa maçları öncesinde, açılan Özgecan pankartları ve formalardaki Özgecan fotoğrafları herkesi gözyaşlarına boğuyordu. Beşiktaş’ın Çarşı Grubu’nun, Özgecan için çağrısı da çok duygulandırıcıydı.
Özgecan’ın tabutuna erkek eli değdirmeyen Mersinli kadınların bu davranışı, dünyada bir ilk olmalıydı. Özgecan için Türkiye’nin dört bir yanında yapılan gösteri yürüyüşleri, açılan pankartlar ve Mersin’e cenaze töreni için gelen politikacılara gösterilen tepkiler, bana 1995 yılında Alanya’da yaşanan bir başka hunharca cinayeti hatırlattı. 1995’in mayıs ayında Alanya’da üç Hollandalı kızı minibüsüne alan Hakan Karayavuz adında bir manyak, arkadaşları ile birlikte kızlara tecavüz ettiler. Hakan Karayavuz, Marijke van Dijk isimli kızı öldürmüştü. Diğer kızlar nasıl olduysa kurtulup kaçmışlardı.
O cinayet Hollanda medyasında çok geniş yer almış ve hatta daha sonra ‘Türkiye’ye gitmeyin’ boykot çağrıları başlamıştı. Olayın mahkeme süreci 2002 yılında yeniden başlayınca,Türkiye’yi ziyaret etme planı olan Prens Willem Alexander ve eşi Maxima’nın bu seyahat planı durduruldu. Hollanda medyası yalan yanlış haberlerle ortalığı karıştırmıştı. Ben de o zaman Türkçe ve Hollandaca olarak uzun bir yorum yazmış ve o zamanki DÜNYA gazetesinde yayınlamıştım. Hoş, bu yorumum nedeniyle Hollanda’da yargılandım ve hatta 18 bin euro para cezasına çarptırldım ama, Hollanda medyasının yalanlarına son vermesini de sağlayabilmiştim.
Şimdi Özgecan için Türkiye’de de aynı hava yaşanıyor. Tüm kadınlar potansiyel ölü, tüm erkekler de potansiyel tecavüzcü ve katil gibi görülüyor. Hürriyet’te meslektaşım Melis Alphan, 15 şubat Pazar günkü yorumunun başlığında ‘Benim adım Melis. Potansiyel ölüyüm’ demiş. Bir protesto gösterisinde erkeklerin taşıdığı bir pankartta, ‘Hepimiz katiliz’ yazılıydı. Bütün bunlara bakınca, nasıl ki 1995’te Hollandalılar tüm Türkler’i tecavüzcü ve katil olarak algıladıysa, şimdi de Türkiye’de aynı algı yaşatılıyor. Bu da doğru değil tabii… Prens Willem Alexander ve Prenses Maxima’nın Türkiye ziyaretini erteledikten sonra yazdığım yorumda, Hakan Karayavuz ve gibilerini lanetledikten sonra, Hollandalı anne ve babalara ve de genç kızlara tavsiyelerim olmuştu. Hollanda medyası da bu tavsiyelerimden şu anlamı çıkarmışlardı. ‘Alanya cinayetinin müsebbibi, genç kızlardır.’ Yorumumun hiçbir yerinde bu ve buna benzer bir suçlama yoktu. Utrecht gazetesinin Başyazarı ertesi gün, ‘Karaçay’ın yazısında böyle bir suçlama yok’ diye yazdı. Avukatım, fikir özgürlüğünü öne sürdü ve İnsan Hakları Mahkemesi’nden örnekler gösterdi. Ama hepsi nafileydi. Hollanda medyasının duygulandırdığı halkı tatmin etmek için mahkeme beni cezalandırdı.
Şimdi aynı durumun Türkiye’de de başıma gelmemesi için, ‘Potansiyel ölü’ ve ‘Potansiyel katil’ konusu üzerinde fazla durmayacağım. Ama şundan emin olun ki, Özgecan konusu başladığı zaman gözlerim yaşarıyor. Katil için ‘Hadım edilsin’ haykırışlarına yürekten katılıyorum. Nur içinde yat Özgecan. En kısa zamanda mezarına geleceğim ve gerçek potansiyel katillere lanet edeceğim.
Şimdi gelelim, Genel Yayın Yönetmenimizin istediği yoruma.
50 yılı aşkın bir zaman sürecinde, Sirkeci Garı’ından başlayıp Münih, Frankfurt, Köln, Amsterdam, Brüksel, Paris, Londra, Viyana ve Zürih gibi çeşitli Avrupa kentlerinde devam etmekte olan Türkler’in göçmenlik serüveni, şimdi artık göçmenlik serüveni olarak değil, yerlilik serüveni olarak devam ediyor. Hollandacada ‘allochtoon’ ve ‘autochtoon’ (Yabancı ve yerli) olarak anılan toplumlar, artık iç içe yaşayan (kısmen) farksız toplumlar olarak yaşamlarını sürdürüyorlar. Kısmen’den kastımız şu: Ben şahsen, Hollanda’ya gelen ve ‘birinci nesil’ olarak damgalanan bir allochtoon‘um. Oğlum Ruşen, Hollandalı eşimden doğan ikinci nesil bir allochtoon‘dur. Ruşen’den olma torunum Eva, Hollanda’da doğan anne ve babadan olukları için allochtoon‘luktan kurtulmuştur. Buna karşın, yine Hollanda’da doğmuş olan kızım Vahide, Somali’de doğmuş bir allochtoon ile evli olduğu için, onlardan olma torunum Esra, allochtoon’luktan kurtulamamıştır. Kafanızı karıştırdım değil mi?
Özetleyeyim: Biri dahi Hollanda dışında doğmuş çiftlerden olan çocuklar allochtoon’luktan kurtulamıyor. Tabiyetleri ne olursa olsun, ikisi de Hollanda’da doğmuşlardan olan çocuklar ise allochtoon’luktan kurtulup autochtoon oluyor. Eskiden biz yabancıları ‘gastarbeider, (misafir işçi) olarak anarlardı. Bu deyim bıktırdığı için, daha sonra ‘Buitenlander’ (dış ülkeli) denildi bize. En sonunda da ‘allochtoon‘u buldular. Bu deyim bizi daha çok bıktırdı. Sabahları bu sevimsiz sözcük ile uyanıyoruz, akşamları da aynı sözcük ile yatağa giriyoruz. Yani ille de ‘damgalı’ olarak yaşıyoruz.
Şimdi bizim bu rahatsızlığımızı gidermeye çalışanlar bize ‘Turkse Nederlander’ denmesini teklif ediyorlar. Peki bize ille de damga vurmak mecburiyeti mi var ? Neden sadece İlhan, Ahmet, Ayşe ve Fatma değiliz? Dilerim, biz değil ama torunlarımız bir gün bu sıkıcı damgalanmalardan kurtulacaklardır. Önce gastarbeider, sonra buitenlander, ardından allochtoon olarak anılan bizler, tüm bu ayrımcılıklara rağmen, bizi kendi toplumları içinde kabullenmeyenlere karşı mükemmel bir mücadele veriyor ve toplum içinde yukarılara tırmanarak ileriye yürüyoruz. Çok afedersiniz, buraya ‘çarıklı’ olarak gelenlerimizden doğan çocuklarımız, kendilerine gösterdiğimiz ihtimam nedeniyle iyi eğitiliyorlar ve babaları gibi ‘çöpçü’ değil, üst düzey yönetici oluyorlar.
İsimlerinin başında hangi damga olursa olsun, çocuklarımız bu türlü ayrımcılıklardan etkilenmiyorlar ve yükselmeye devam ediyorlar. Gerek devlet kuruluşlarında ve gerekse özel kuruluşlarda önemli postlar kapmış binlerce çocuğumuz var. Bunun dışında, Hollanda parlamentosuna girme başarısını gösteren 12 genç yetiştirdik. İl Genel Meclisleri’ne toplam olarak 20 genç verdik. Sıkı durun, Belediye Meclisleri’ne toplamda 500’ü aşkın üye verdik. Avrupa parlamentosunda da üyelerimiz var. Ya iş dünyasında? İş dünyasında, Hollanda’da 20 bin, tüm Avrupa’da 100 bini aşkın işyeri sahibi Türk var. 100 bin işyerimizde, yüzbinlerce Avrupalı’ya patronluk yapıyoruz. İşte, bu yazımın ana konusu da, bu post kapan ve işyeri sahibi olan çocuklarımızdır.
Avrupa’daki Türk toplumu, ne kadar horlanırsa horlansın, ne kadar suçlanırsa suçlansın ve ne kadar baltalanmak istenirse baltalansın. Onlar, yaşlanmakta olan ve yok olmalarından korkulan Avrupalılar’ın yerini alacaklardır. Hiç unutmam, 10 yıl önce Rabobank’ın CEO’larından biri bana, ‘Hollanda yaşlanıyor. Çocuklar babalarının işlerini devralmak istemiyorlar. Kasap, manav dükkanları kapanıyor. Bu işyerlerini Türkler’e satalım. Biz kredi vermeye hazırız’ demişti. Bu yöntemi bir süre işletmiştik. Ama daha sonra diğer bankalar da aynı yöntemi işlettiler. Bu nedenle şimdi Türklerin çoğu esnaf oldular.
Sonuç olarak şunu söyleyebilirim: Varsın bizi Avrupa Birliği’ne resmen almasınlar. Ama biz Avrupa Birliği’nin gayrı resmi üyeleriyiz. Toplumumuz güzel bir şekilde yeşeriyor. Yakında büyük bir orman olacağız. Bekleyeceğiz ve göreceğiz.