Medyadaki karanlık tiyatro
VVrije Universiteit van Amsterdam Uluslararası İletişim Profesörü Cees Hamelink verdiği bir derste “Neden medyada duyduklarımıza inanmamalıyız” konusunu işledi. Dersinde, Körfez savaşı başlamadan önce medyada yer alan görüntülerin nasıl bir tiyatro ile servis edildiğini gösterdi. Kuveyt hastanesinde gönüllü olarak çalıştığını söyleyen genç kız Nayra kameraların karşısına geçip, Iraklı askerlerin nasıl küvezdeki 52 çocuğu yerlere attığını gözyaşlarıyla anlatıyordu. Petrol bataklığında yaşam mücadelesi veren kuşların görüntüleri televizyonlarda izleyicilerin içlerini parçalıyordu. Saddam Hüseyin’in heykelinin yıkılması ve Irak halkının sevinç gösterisi görüntüleri de defalarca televizyonlarda izlettirildi.
Oysa sonradan öğreniyorsunuz ki, bir propaganda uzmanı görevlendirilmişti heykel görüntülerini üretmesi için ve halk da yoktu. Denize dağılan petrol ABD’nin bir petrol tankerini bombalaması sonucu körfeze dağılmıştı. Üstelik bu görüntüleri gören bir ornitolog (kuşbilimci) bu kuşların hiç o bölgede yaşamadığını söylüyordu. Gözyaşlarıyla hastanede gönüllü olarak çalıştığını anlatan genç kız Kuveyt büyükelçisinin kızı idi ve bu da bir tiyatroydu. Irak’lı askerlerin küvezlerdeki 52 bebeği yerlere attığı iddiaları üzerine uyanık bir gazeteci hastaneyi arayıp sorsaydı, hastanede sadece iki küvez olduğunu öğrenecekti.
Algı yönetimi
Profesör, çıkarları doğrultusunda bu tür tiyatroları üreten güçlerin olduğunu, gazeteci ve televiyzoncuların kendilerine servis edilen bu tür bilgi ve görüntüleri araştırmadan, olduğu gibi alıp insanlara ulaştırmasının kabul edilemez olduğunu söylüyor. Üstelik bu algı yönetimi öyle hafife de alınmamalı.
Bu senaryoları üretmek için, psikologlar ve özel manipülasyon uzmanları harıl harıl çalışıyor. ABD’nin 1. Dünya savaşına katılımında nasıl bu stratejinin işe yaradığını da örnekleriyle anlatıyor Cees Hamelink.
Gerçekler yıllar sonra ortaya çıksa da, algı yönetimi ve insanları manipüle etme stratejileri işe yarıyor. İnsanların büyük kısmı günlerce gördükleri yalanların gerçek olduğuna hala inanıyor. Bilginin geç de olsa varlığı maalesef algının gücüne yenik düşüyor. Aynı stratejinin 14 yıl önce 11 Eylül’de de izlendiğine dair Batı’da güçlü sesler duyulmaya başlandı. Hatta bir çok insan geçtiğimiz haftalarda yaşanan Paris olaylarındaki çelişkili görüntü ve bilgileri sosyal medyada gündeme taşıyarak sorgulamaya başladı. Gerçekten bu saldırıları teröristler mi düzenledi yoksa karanlık bir gücün eli ve büyük bir algı operasyonu mu var?
Fikir özgürlüğü, hakaret etme özgürlüğü: Kutsal sopa
Tilki ve kurt beraber gezerlerken canları sıkılır. Ne yapalım diye düşünürken karşıdan gelen tavşanı görünce sevinerek bir oyun kurarlar. Tavşan yaklaşınca: “Neden şapkan yok?” diyerek tekme tokat girişirler. Tavşan zor bela ellerinden kurtulur. Tabi tilki ve kurt zevkten dört köşe olmuşlardır. Ertesi gün yine canları sıkılan ikili, karşıdan gelen tavşanı görünce eğlenceyi bulmuşlardır. “Neden şapkan yok?” diyerek aynı mekanizmayı işletirler. Bir kaç gün bu eğlence böyle devam eder. Ancak bu oyun tilki ve kurt için sıkıcı olmaya başlamıştır. Başka bir oyun oynamaya karar verirler. Tavşanı gören tilki kıs kıs gülerek tavşandan sigara ister. Tavşan pişkin bir tavırla “Marlboro mu, Samsun mu istersiniz?” diye sorar. Tilki ve kurt beklemedikleri bu cevap karşısında şaşkınca birbirlerine bakarlar. Birkaç saniye ne yapacağını bilemeyen tilki birden toparlar kendini ve: “Senin niye şapkan yok?” diyerek tekme tokat girişir tavşana.
Paris’teki menfur saldırılar sonrası tekrar alevlenen fikir özgürlüğü tartışmalarına Radboud Üniversitesi ve Amsterdam Üniversitesi Doçenti olan Martijn de Koning ilginç bir yaklaşımla katkıda bulundu: “Fikir özgürlüğü herkesin düşündüğünü ifade etmesini savunmak için değil, müslümanların bize göre ‘doğru’ fikri öğrenmeleri için politik bir enstrüman olarak kullanılıyor”.
Bana göre De Koning olayın can alıcı noktasına parmak basıyor. Asıl hedefin herkesin düşündüğü fikri sorunsuzca söylemesi değil, müslümanları ‘adam etmek’, onlara otoriteyi öğretmek olduğunu ifade ediyor.
Müslümanlar: İki tür tepki
Şimdiye kadar hiç olmadığı kadar müslüman STK’lar ve bireysel olarak müslümanlar Paris saldırılarını kınadılar. Ancak buna rağmen her platformda müslümanlara terörü kınamadıkları suçlaması ve tekrar tekrar kınamayı ifade etmeleri isteniyor. Her sabah kutsal ‘fikir özgürlüğü’nün arkasında olduklarına dair iman tazelemeleri ve otoriteye iman ettiklerini göstermeleri isteniyor. Müslümanlar arasında bu beklentiye karşı iki farklı tepki gelişti: Bir kısım müslümanlar terörü lanetlediklerini ifade ederken, bir diğer kısım ise kendilerinin bu konuyla bir alakası olmadığını, neden üç kişinin yaptıklarından sorumlu tutulduğunu sorgulayarak tepki veriyor.
Terörü kınadıklarını ifade eden müslümanların bir yandan samimiyeti sorgulanırken diğer yandan yeni bir sopayla “kutsallarına hakaret etme özgürlüklerini” de kabul edip teslim olmaları bekleniyor. Saldırıları üzerine almayan müslümanlar bir kısım yerlilerin önyargılarını teyit etmiş oluyor: ‘Müslümanlar terörü destekliyorlar ve İslam da şiddet dini’ onlara göre. Önyargılarının teyit edildiği duygusu içinde kutsalları olan ‘fikir özgürlüğü’ sopasıyla terbiye etme çalışmalarına devam ediyorlar.
Çifte standart: ‘Pesterij’
Fikir özgürlüğü tartışmalarında çifte standardı gözler önüne sermek için tartışmaya giren müslüman gençlerin mücadelesi genelde sonuçsuz kalıyor. Oysa bana göre bu fikir özgürlüğü tartışmalarına girmek için hiç bir sebep yok. Bunun iki nedeni var: Birincisi, fikir özgürlüğü diye savundukları şey aslında hakaret etme hakkı, yani ‘moslimpje pesten’.
Çocuklarımıza okullarda ‘pesten’ karşıtı kampanyalar için milyonlar harcanırken büyüklerin ‘pesten’ yapma özgürlüğü istemeleri ne kadar da medeni bir davranış değil mi? Bu yetişkinler hangi çocuklara örnek olacaklar? Medeni bir ilişki kuramayacak kadar ahlak ve saygı yoksunu, medeni bir iletişim kuramayacak kadar fikir yoksunu beyinlerin müslümanları kendi üretip kutsadıkları ‘hakaret etme hakkı’ ile dövüp adam etmeye çalışma çabalarının, kısaca ‘pesterij’ olayını yaygınlaştırmak olduğunu açıklamak gerek. Çocuklarınıza hangi örneklikle hangi geleceği bırakmak istiyorsunuz?
Çifte standart: helvadan put
Diğer yandan bana göre fikir özgürlüğü şövalyelerinin önce kendi ürettikleri ‘helvadan putlarını’ yemeyi bırakmadan öğretmen koltuğuna oturmaları kabul edilmemeli. Soykırımı inkar etmek gibi bazı fikirlerin yasak olduğu bir ülkede hakaret özgürlüğü hakkını savunmak iki yüzlülükten başka birşey değildir. Fikir özgürlüğünü kutsayanlar samimi iseler önce kendi evlerinin önünü temizlemeliler. Önce bu kanunun fikir özgürlüğüne bir pranga olduğunu kabul edip, bunun değiştirilmesi için mücadele verip gelsinler ki fikir özgürlüğü tartışmasında samimi olduklarını göstersinler.
Beyaz ayrıcalık
Elinde sopa bulunduranlar, müslümanları asıl kızdıran şeyin bu çifte standart ve adaletsizlik olduğunu anlamak istemiyorlar. Çünkü Amerika kıtasına, Avustralya kıtasına, Afrika kıtasına ve Asya kıtasına götürdükleri ‘medeniyet’, kibir ve üstünlük kompleksleri bunu anlamalarına engel oluyor. Çünkü ‘white privelege’ dedikleri, beyaz ayrıcalığı, beyaz dokunulmazlığı kaybetmek istemiyorlar.
Fransa’nın Cezayir’de milyonlarca insana soykırım uygulaması, İngiliz’lerin Avustralya’nın yerli halkı Aboriginal’lara hayvan muamelesi yapmaları, İspanyol’ların Kızılderili’leri topluca katletmeleri, ABD’nin Orta Doğuyu sahte görüntülerle işgal etmesi, Hollanda’nın Endonezya’daki savaş suçları ile Afrika’yı köleleştirmesinin altında da hep bu kibir ve üstünlük kompleksi, beyaz ayrıcalıkları yatıyor.
Bugün müslümanlara gösterdikleri hakaret etme özgürlüğü kutsal sopası da bilinçaltındaki bu ayrıcalığın güç gösterisi. Politik bir güç çekişmesi bu. Küçük ama etkin bir kısım karanlık güçlerin büyük toplulukları yönlendirerek kendi çıkarları doğrultusunda kullanmak istemelerinin sonucu. Aynı çıkar grupları, gücü elinde bulunduran küçük azınlık, bugün İslam adını kullanarak kötülüklerini yaymaya ve toplumsal barışa engel olup fitne çıkarmaya çalışmaktadır.
İyiliği, merhameti ve saygıyı seçmek
Aslında bunu da çok görmemek gerekir. Bu güç mücadelesi insanlık tarihi boyunca var olmuştur. Kötülüğün fıtratında bu vardır: Kötülük kötülük için yaratılmıştır. Bu yaratılışın doğasıdır. Ama asıl olan iyinin ne yaptığıdır. İyi insanlar üzerine düşeni yapmadığı için kötülük sesini duyurabiliyor. Karanlık aslında aydınlığın olmayışıdır. Müslümanların kitabında “kimsenin kutsalına hakaret etmeyin” uyarısı vardır. Bu yüzden müslümanlar kimsenin kutsalına hakaret etmezler.
Medeniyetin saygı ve merhamet üzerine inşa edildiğine inanıyorum. Saygısı ve merhameti olmayan bir topluluk medeniyetten bahsedemez. Olsa olsa vahşîlik ve barbarlıktır.
Kişinin dili ve eylemi, kişinin kendisini tanımlar. Mizah ya da hakaret etme hakkı adı altında en iğrenç görüntüleri yayınlayanlar, en iğrenç sözleri söyleyenler ve bunu savunanların medeniyetten bir nasibi olamaz. İçlerindeki güdüyü ve egoyu terbiye edememiş, yetişkin olamamış kişilerdir. Çoğunluğu büyük ihtimalle de yaşadıkları travmalardan dolayı kişiliklerini tamamlayamamış, içlerinde büyük bir nefret taşıyan kişilerdir. Bu insanları yönlendirenler ise, Profesör Hamelink’in dediği gibi, çıkarları uğruna bütün dünyayı yakmayı göze alan kötülüğü seçenlerdir, kötülüktür.
Kendimizi düzelterek dürüstlüğü ve güvenilirliğimizi sağlamalıyız. Biz iyi olanı, merhameti ve saygıyı seçen medeni insanlar olarak kendimizi tanımlamayı seçmeliyiz. Çünkü müslümanların yüce peygamberine “biz seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik” diyen Allah’tır. Ne onun yüce onurunu tüm dünya birleşse zedeleyebilir, ne de iyiliği seçen insan zarar görebilir.
İyi insanların kaygı ve endişelerini anlamaya çalışıp empati yaparak onlara yaklaşmalıyız. Müslümanlar birlik içinde ve müslüman olmayan iyi ve medeni insanlarla birlikte reaktif değil, aktif yeni bir birliktelik geliştirmeliyiz.